Asî Kuş
“Asi Kuş”, Ali Poyrazoğlu’nun yazıp yönettiği ve de yorumladığı tek kişilik müzikli bir gösteri. Daha oyun başladığı an sahnedeki sanatçıyla, Ali Poyrazoğlu’yla seyirci arasında hiç kesilmeyen bir bağ kuruluyor. Sürekli olarak tiyatronun seyirci ile oyuncu, salonla sahne arasında bir suç ortaklığı olduğunu söyler ya Ali Poyrazoğlu, bu kez “Asi Kuş”ta seyirci daha ilk saniyelerde kendini gönüllü bir işbirliği içinde buluyor. Oyun eski oyunlarından alınmış kimi bölümlerle başlıyor ama, bu bölümler bile yeni kolaj içinde yepyeni geliyor seyirciye. Ve söz sanatçının Eugenio Barba’dan alıntıladığı, kendisini çok etkilediği belli olan bir yemen masalına geliyor:
“Yağmur tanrısının oğlu hayata küsüyor. Tanrı’nın evinde keder başlıyor. Tüm dünyada kuraklık var. Yağmur tanrısı insanlardan oğlunu güldürmesini istiyor. İnsanlar suratlarını renkli killerle boyuyor, yüzlerine un sürüyor ve elbiselerine renkli çaputlar bağlıyor. Gökyüzüne doğru soytarılıklar yapıyorlar, şarkılar söylüyorlar. Bu soytarılıklar baba ile oğlu güldürüyor. Gözlerinden akan yaşlar bulutları aralıyor ve yağmur başlıyor…” (Tempo Dergisi, sayı 1, s.65)
Ali Poyrazoğlu da Yağmur Tanrısı’nın oğlunu güldürmek için seyircileri yardıma çağırıyor, onlarla bütünleşiyor, seyirciyi günlük dertlerinden uzaklaştırıp eğlendirirken kendisi de büyük bir zevkle yorumluyor rolünü, kendisi de seyirciyle birlikte eğleniyor, birlikte olmanın, aynı duyguları paylaşmanın mutluluğunu yaşıyor ve inanıyorum ki Yağmur Tanrısı’nın oğlunu hiç güldürmediği kadar güldürmeyi başarıyor. Ama kahkahalarla gülerken birden gözlerinizin hüzünle yaşardığını hissediyorsunuz. Hüzünle kahkaha arasında gidip geliyorsunuz. Yaşadığımız toplumsal sorunlar gündeme getiriliyor, çuvaldız iğne gibi batırılıyor, içimizden geçip de dışa vuramadığımız, kimseyle paylaşamadığımız sorunlar sahnedeki sanatçı tarafından bizim adımıza dile getiriliyor. “Sanatçı” sözcüğünü bu nedenle, bu dik duruşu, sanatın aslî görevini yerine getirmesi nedeniyle bile isteye, bilinçli olarak kullandığımı da ayrıca belirtmeliyim.
Ve sohbet ilerledikçe konu Carmen’e geliyor. Mérimée’nin yazdığı, Bizet’nin konusunu bu yapıttan alarak bestelediği Carmen operasına gelip dayanıyor. Konusunu hepimizin bildiği bu operanın besteleniş öyküsünü, öncesini ve sonrasını dinliyor, öğreniyoruz. Sanatçı bu bilgileri bir öğretmen gibi değil, bir gösteri olarak sunuyor seyircisine. Anlattıkları hiç bitmesin istiyorsunuz, anlattıklarına büyüleniyorsunuz. 1888 yılında “Carmen”in İstanbul’a bir kukla tiyatrosu olarak geldiğini, onu canlı sanıp ona aşık olan, sonra da kuklayı kaçıran fotoğrafçının öyküsünü, 1925’te Mustafa Kemal’in “Carmen”le turneye çıkan, parasal zorluklar içinde kalan kumpanyayı mucizevî bir biçimde kurtarışını… ve daha birçok ilginç bilgiyi öğreniyorsunuz. Carmen’le ilgili her bölüm bir roman konusu adeta.
Ve Ali Poyrazoğlu Carmen’den, Carmen’in özgürlük aşkından, Carmen’in asîliğinden yola çıkarak ülkemizdeki asî kuşlara getiriyor sözü, seyircilerin içlerindeki Carmen ile yüzleşmelerini sağlıyor.
Ali Poyrazoğlu Tiyatrosu kurulduğundan bu yana kendisini sürekli yenileyen, geniş bir yelpazede hemen tüm tiyatro türlerini deneyen, bu denemelerle de hem kendini, hem de seyircisini zorlu bir sınavdan geçiren bir topluluk. Ne mutlu ki bu sınavdan tiyatrosu da, seyircisi de başarıyla geçiyorlar. “Uzakta Piyano Sesleri”nde doldurduğu salonu “Hoşça kal İstanbul”la dolduruyor, “Evet, Evet, Evet”le doldurduğu salonunu “Ali Harikalar Diyarında”yla da doldurabiliyor. Ve kanımca bundan en fazla kazançlı çıkan da tiyatronun kendisi oluyor.
“Asî Kuş” söyleyecek sözü olan, mesajını hiç zorlanmadan seyirciye iletebilen, eğlendirirken fazlasıyla düşündüren, oyun çıkışında “ağırlaştığınızı” hissettiren, yalnızca içeriği için değil, Ali Poyrazoğlu’nun muhteşem oyunculuk performansını da görmek, muhteşem bir “suç ortaklığı”nı paylaşmak için de kaçırılmaması gereken bir yapıt.