Tiyatro sezonuna en son veda eden tiyatro topluluğu olan Dostlar Tiyatrosu, arayı çok uzatmadan perdelerini açmaya hazır.
Eminönü’ndeki aile yadigârı tarihi Ali Paşa Hanı’nı tiyatro sahnesine dönüştürerek, takdire şayan bir işe imza atan Genco Erkal;yeni sezonda da sanatseverlerle hanın büyülü atmosferinde buluşuyor. Nazım Hikmet tutkusuyla bilinen Erkal’ın, hanın doğal dekorunda Tülay Günal ile birlikte sahnelediği ve tiyatro severler tarafından büyük beğeni toplayan “Yaşamaya Dair – Bursa Cezaevi’nden Mektuplar”; yılın en güzel zamanlarından olan Eylül ayının 6-7 ve 8’inde saat 21:00’de Ali Paşa Hanı’nda seyirciyle buluşuyor.
Genco Erkal’ın, Nazım Hikmet‘in ölümünün 50. yıldönümü için uyarlayıp yönettiği “Yaşamaya Dair – Bursa Cezaevi’ndenMektuplar”; ozanın Bursa Cezaevi’ndeki yaşamını, eşi Piraye Hanım’a olan tutkusunu anlatıyor. Hikmet’in sürgün yılları ve vatan hasretine odaklanarak, destansı yaşamından izlenimlerle izleyiciyi o yıllara götüren oyun, tiyatro severlere duygulu anlar da yaşatıyor.
Piyano ve viyolonsel eşliğinde sahnelenen oyunda; Fazıl Say, Zülfü Livaneli, Cem Karaca, Tarık Öcal, Edip Akbayram, Tolga Çebi, Nadir Göktürk, Timur Selçuk gibi bestecilerin Nazım şarkıları da seslendiriliyor. Giysi tasarımını Özlem Kaya‘nın, ışık tasarımınıYüksel Aymaz’ın, koreografisini Sernaz Demirel’in yaptığı oyunda; şarkılara Yiğit Atalay piyanosuyla, Deniz Doğangül de viyolonseliyle eşlik ediyor.
Bugün 3 haziran, 50 yıl önce Nazım Hikmet’i bugün yitirdik. Hasan Hüseyin’in dizelerinde de dediği gibi acının alkışlarına bıraktık bugünü… Ne tesadüftür ki, Nazım Hikmet’i neden anıyoruz sorusunun cevabını “Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür bir orman gibi kardeşçesine” diyerek verdiğimiz günlerden geçiyoruz…
Tam da bu günlerde yıllardır Nazım Hikmet’i anan bir sanatçı Genco Erkal ki neredeyse Nazım şiiri okurken hangi dizede nükte yapacağını dahi biliriz, ailesinden kalma Ali Paşa Hanı’nda Yaşamaya Dair-Bursa Cezaevinden Mektuplar başlıklı müzikli bir gösteri sahneliyor. Genco Erkal’ın, Nazım’ın 50’nci ölüm yıldönümü vesilesiyle yönettiği ve oynadığı oyun, şairin Bursa Cezaevindeki yaşamını, eşi Piraye’ye olan tutkusunu anlatan, giderek sürgün yıllarına ve vatan hasretine odaklanan bir kolaj. Erkal’la, Tülay Günal ile birlikte oynadığı oyunu, Ali Paşa Hanı’nı, ve Nazım Hikmet’i konuştuk.
Öncelikle Ali Paşa Hanı’nın hikâyesini sormak istiyorum. Burada tiyatro yapmaya nasıl karar verdiniz?
Burası tam üç yüz yıllık bir han. 1712’de inşa edilmiş. Çorlulu Ali Paşa sadrazammış aynı tarihte de boynu vurularak idam edilmiş. Bu han ondan kalma belli bir zamandan sonra da dönüyor dolaşıyor bizim aileden birine geçiyor. Böyle dededen yadigâr bir han. Sonunda artık bıçak kemiğe dayandı, Muammer Karaca Tiyatrosu’ndan atılıp göçebe olduktan sonra. Bari dedik şurayı bir kullanıma sokalım. Çok kısa bir sürede bu hale getirdik. Benim yeğenim Seren Erkal mimarisini yaptı. Evvelden beri hep kafamda olan bir şeydi bu. Burası bir cezaevinin avlusu, Nazım Hikmet buradad diye düşünceler vardı. Bu düşü gerçekleştirdim. Tabii korkumuz vardı “Kim gelir buraya” “Bulabilirler mi? Nasıl olur” diye. Ama hiç de düşündüğümüz gibi olmadı. İlk günden bu yana müthiş bir ilgi oldu. Kapalı gişe başladık devam ediyoruz.
Bir nevi mekân kendisi Nazım Hikmet’i çağırmış gibi oldu yani.
Öyle oldu. Zaten herkesin yorumu da bu yönde. “Sanki burası bu oyunu bekliyormuş” ya da “Bu oyun burayı bekliyormuş” dedi. Mekân ve Nazım O kadar birbiriyle örtüştü ki.
Şiirlerden oluşan bir oyun, Nazım’ın Piraye için yazdığından tutun da Hiroşima’ya kadar… Bundan bir hikâye yaratma aşaması nasıl oldu?
Ben bu konuda artık epey deneyim sahibi oldum 1975 yılında ülkemizde ilk defa şiirden yapılan tiyatro deneyimini Kerem Gibi adlı oyunla yaptım yani 38 yıl önce. Ondan sonra pek çok değişik oyun yaptım, Nazım’ın şiirlerinden bunlardan bir tanesi Nazım’a Armağan’dı. 2002’de 100’üncü doğum günü için yapmıştık. İnsanlarım diye bir oyunum var. Bir de Fazıl Say’la birlikte yaptığımız Nazım Orotaryosu var. Bir süre oyunum var esasında artık bir de Nazım değil, Can Yücel, Bertol Brecht, Aziz Nesin’in şiirlerinden de oyunlar yaptım. O şiirleri artık şiir olmaktan çıkarıp bir oyun kurgusu içerinde kendi öyküsü olan, tüzelliği olan bir oyun oluşturma konusunda epey bir tecrübe sahibi oldum. Bu da son ürünü.
50’nci ölüm yıldönümünde Nazım Hikmet’i anacağız. Peki, siz göre neden hâlâ Nazım’ı anıyoruz?
Benim artık Nazım’la olan ilişkimi açıklamak çok zor. Bu işe ilk başladığım zaman Nazım benim babam yaşındaydı. Sonra aynı yaşa geldik. Şimdiyse benim küçük kardeşim oldu çünkü ben onun yaşını çok aştım. Ama artık aileden biri gibi, o kadar iç içeyiz ki. Uzun yıllardır neler yaşadık, ne darbeler ne olaylar yaşadık. Ekonomik krizler yaşadık. Her şeyi birlikte aştık. Onun şiirleri her dönem yeni şeyler söyledi. O yüzden büyük şair olmak bu demek. Ki bu niye hâlâ andığımızın cevabı. Ayrıca ben onu yurtdışında da oynadım. Sevdalı Bulut’u Fransa’da bir yıl boyunca hem Paris’te hem de Fransa’nın taşrasında oynadım. Ve Nazım’ın sadece Türkiye’de değil bir Avrupa’da da ki çeviri olmasın rağmen aynı etkiyi yarattığı gördüm. Bu onun bir dünya şair olduğunu, zamansız bir şair olduğunu ve onun zamanla ölçülemeyeceğini gördüm. Söylemek istediklerimi Nazım’dan güzel söyleyen yok.
Peki, sizde bir Nazım tarifi vardır diye tahmin ediyorum. Nasıl bir tanım sizdeki?
Nazım’ın çok içten bir insan olduğunu düşünüyorum. Yani hatasıyla sevabıyla kendisini olduğu gibi oraya koyan biri. Kasıntısı yok, başka türlü görünüp de kendisini yüceltmesi yok. Tüm hatalarıyla ki yeri gelir kedisine küfrederek “Ben ne biçim bir adamım, bu yapılır mıydı?” diyebilen biri o. Çünkü özel hayatında fırtınalar var tabi üç defa evlenmiş, bir sürü serüven yaşamış. İşte bu kendini acımazsıca eleştirmesi beni çok çarpıyor.
Peki, gelelim Muammer Karaca’ya. Son durum nedir?
Hiçbir düzgün gerekçe göstermeden hiçbir bilimsel rapora da dayanmadan kapattılar ve Beyoğlu Belediyesi bu sprumululuğu biz istemiyoruz deyip Büyükşehir Beşediyesi’ne devretti. Orada da kültürel alan değil ticari alan olmaı konusunda bir karar verildi. Oranın büyük olasılıkla tiyatro kimliği unutturularak otele dönüştürüleceğini tahmin ediyorum. Oysa orası Ses Tiyatrosu’ndan sonra Türkiye’nin en eski ikinci tiyatrosu. Gözünün bebeği bakılması gerek bir yerken onların umurunda değil ya AVM olacak ya da otel. Emek Sineması’na olduğu gibi. Şimdi AKM’de de inşaat durmuş orayı da yıkıp AVM yapabilirler. Ben her şeyi bekliyorum bu iktidardan.
Şimdi bir Sanat Kurulu tartışması var siz nasıl değerlendiriyorsunuz bunu?
Türkiye’de sanat için bundan daha kötü bir karar olamaz ölüm fermanı olduğunu düşünüyorum. Bugüne kadar sanat adına yapılmış ne kadar iyi iş varsa hepsini yok eden bir olay bu. Üstelik Başbakanın seçtiği bir kurul tarafından. Britanya örneği veriliyor ama oradaki özerk bir yapı. Ama burada atanmış bürokratlardan kuruyorsun sen bunu. Bunda 10 sene sonra ülkemizde sanatın durumunu düşünmek istemiyorum. Çünkü piyasanın acımasız koşullarına bırakılacak.
Tülay ile vazgeçilmez bir ikili gibi olduk
Demin de bahsettik, Nazım romantik bir adam, özel hayatında çalkantılar olmuş biri, peki neden Piraye var sadece oyunda?
Nazım’ın daha çok Bursa Cezaevi yıllarına tekabül ettiği için aslında sadece Piraye var. Ben mesela bundan önceki Kerem Gibi Nazım Hikmet’le 35 yıl diye oynadığım oyunda iki yıl evel Vera’yı da koydum. İlk defa olarak son aşkını da dahil etim ki açıkça söylemek gerekirse o güne kadar Vera’yı pek kabul etmiyordum (gülüyor) ama son oyunda onun için yazdığı şiirleri de koydum. Aslında üç büyük aşk var hayatında ve her biri için o kadar güzel şiirler yazmış ki. O kadınları ölümsüzleştirmiş.
Karşılığını da bulmuş tabii, misal Piraye’nin ona yazdıkları da bir nevi ölümsüzleştirme. Ki oyunda da yer veriyorsunuz.
Evet, kesinlikle. O mektuplar da şöyle, Nazım, Ayşe’nin mektupları adı altında kendisinden izin isteyerek Memleketimden İnsan Manzaraları’na koyuyor. Diyor ki Piraye’ye “Senin mektupların o kadar şiir gibi ki, ben alıp onu Memleketimden İnsan Manzaraları’na koyacağım ama seni çağrıştıran şeyleri çıkaracağım” biz de onları kullandık.
Tülay Günal’la uzun süredir çalışıyorsunuz. Devamı gelecek mi bu ikili çalışmaların?
İlk çalışmamız. Paulo Cohelo’nun Simyacı kitabından uyarlama olan bir oyundu. Sanırım 1995 yılıydı. İlk defa orada çalıştım ve daha başka çalışmalarımız da olmalı diye düşündüm. Sonra Brecht’i kimle oynamalıyım diye düşünürken, Tülay’la oynamalı diye düşündüm. Şimdi biraz artık vazgeçilmez ikili gibi olduk. Yeni düşünceler var tabii. Biz projelerle yaşıyoruz.