Her açılan yeni sahne yeni bir heyecan demek… Bu akşamki durağım, Cihangir’de, Sadri Alışık Kültür Merkezi’nin bulunduğu sokakta, meşhur asri turşucuyu geçince karşımıza çıkan BO (Biz Oyuncular) Sahne. Levent Özdilek ve Nilüfer Bıyıklı’nın geçen sezonun sonunda kurdukları BO Sahne çok yönlü bir kültür-sanat merkezi olarak hizmet veriyor. Girişte şık ve ferah bir kafesi var. Biz vaktimiz olmadığı için oturamadık. Ama aklım kaldı doğrusu. Cihangir’in kalabalığından uzakta, oyun öncesi, sonrası veya özellikle gidip kahve, çay içmek, bir şeyler atıştırmak için harika.
İzleyeceğim oyun, Kemal Başar’ın kurduğu ‘Tiyatro Keyfi’nin ilk oyunu olan ‘Rain Main’. Evet, bildiğimiz şu ünlü, bol Oscar’lı, Dustin’li Tom’lu ‘Rain Main’. Ama oyuna geçmeden önce, beni çok duygulandıran bir olayı paylaşmak istiyorum. Tiyatronun gişe bölümünde duran gençle ayaküstü konuşuyoruz. Kültür Merkezi bünyesinde dans da var ya, benim de dansa merakım var ya, mailimi verdim bilgilenmek adına. Kısa sohbet sırasında karşımdaki uzun boylu genç soruverdi;
– ‘Siz benim babamı da tanırsınız herhalde?…’
– ‘Kim sizin babanız? ‘
– ‘Alev Sezer’
Alev Sezer… Birden o kadar kötü oldum ki, önce bir ‘Aaaa! çıkıverdi dudaklarımdan sonra öylece bakakalmışım çocuğun yüzüne. Tanımaz olur muyum hiç babanızı, oyunlarını izledim, röportajlar yaptım, sohbetlerimiz oldu. Ne kadar değerli ve özel bir oyuncuydu ve ne kadar erken bir kayıptı. Hemen ‘Amadeus’ oyunundaki olağanüstü yorumundan söz ediyorum. Gözleri parlıyor. ‘Babanız yaşasaydı sizinle ne kadar gurur duyardı’ cümlesini dışa vuramayıp içimden mırıldanıyorum. Batuhan da yakışıklı, Haliç Üniversitesi’nde tiyatro okumuş. Babasının yolunda ilerleyen pırıl pırıl bir genç var karşımda. Hemen arkasındaki duvarda Adolf oyunun afişinde Burak Sergen’i görüyorum. Alev Sezer, Burak Sergen’in dayısı. Batuhan, kuzeninin ve babasının tiyatrocu arkadaşlarının yanında, sıcak bir ortamda, sağlam ellerde yetişiyor. Alev Sezer adına seviniyorum ve bu tanışmadan çok etkileniyorum.
Hep söylerdim, hep isterdim ‘Neden tiyatrolarda, sinemada olduğu gibi gelecek program gösterilmez’ diye. Bo Sahne’de düşünmüşler bunu. Oyundan önce, kültür merkezi bünyesinde sahnelenen Burak Sergen’in ‘Adolf’undan, Mevlana’nın şiirlerini, ilahi, dans performans ve müzikle sunan ‘Tasavvur’dan, Yunus Günce’nin tek kişilik ‘ Kafamda Böcekler Var’ adlı performansından kısa bölümler izledik. Ayrıca, TV-Sinema Oyunculuk Atölyesi, Seslendirme ve Diksiyon Atölyesi ile sezona iddialı girdiklerinden haberdar olduk. Dans Stüdyosu’ndaki, Salsa, Tango, zumba da cabası.
Artık ‘Rain Main’ zamanı. 140 kişilik salonda sessizlik…Meraktayız, nasıl olacak, gönülden bağ kurduğumuz filmin oyunu…
RAİN MAİN oyunu Türkiye’de ilk kez sahneleniyor
OTİSTİK RAYMOND’DAN İNSANLIK DERSİ
Nasıl da geçmiş zaman…Dustin Hoffman’ın o müthiş performansına, Tom Cruise’un hem performansına hem yakışıklılığına hayran kaldığımız Rain Main, filmini seyredeli 25 yıl olmuş…Oluvermiş! 1988 yılında 8 dalda Oscar’a aday gösterilen Rain Main, 4 dalda bu ödülü alırken, filmin başrol oyuncularından Dustin Hoffman’a ‘En İyi Erkek Oyuncu’ ödülünü getirdi. Getirmese şaşardım! Şimdi hakkını verelim, Charlie Babbitt rolünde Tom Cruise da iyiydi ama Akademi o gün bugün, bir Oscar heykelciğini çok gördü Tom ’a. Dustin Hoffman’a bayıldık, gözyaşlarımızı tutamadık, yönetmen Barry Levinson’u alkışladık, filmin müziğini yapan Hans Zimmer’i mimledik. Bu filmle birlikte otizm kavramı hayatımıza girdi, vakıflar, dernekler kuruldu. Neticede ‘Rain Main’, En İyi Film, En İyi Yönetmen, En İyi Erkek Oyuncu’ ve En iyi Orijinal Senaryo dallarında Oscar’ı kucakladı. Oscar’ları bir yana, Rain Main, çoğumuz için defalarca bıkmadan seyredeceğimiz ‘Özel bir film’ olarak kaldı…
Tiyatroda ilkleri ve zorları seven Kemal Başar, kurucusu olduğu Tiyatro Keyfi’nin ilk prodüksiyonu olarak, sinemadan Dan Gordon’un tiyatroya uyarladığı, Şükran Yücel’in –ki katkıları yadsınamaz- dilimize çevirdiği metni sahneye koydu. Oyun, Avrupa ve Amerika’da bir süredir sahnelenirken bizde ilk kez perde açıyor.
Cesaret mi? Evet cesaret. Filmi bilmeyen, seyretmeyen yok, başarısı Oscar’la tesçillenmiş, aradan geçen onca yıla rağmen, ‘En’ler listesinin en başlarında yerini koruyan Rain Main, bu yol filmi küçük bir sahneye nasıl sığacak?
Filmin hikayesi malum. Vahşi kapitalizm sistemi içinde paraya endeksli bir biçimde yaşayan, değer yargılarından, insanlık ve sevgiden nasibini almamış Charlie’nin babasının ölümü ile hayatı değişir. Uzun zamandır konuşmadığı babasının cenazesine gittiğinde, klinikte yatan otistik bir ağabeyi olduğunu ve bütün mirasın, para kavramı bile olmayan Raybond’a kaldığını öğrenir. Aklı fikri parada, kazanmakta, güçte, gösterişte olan Charlie’nin en azından bu paranın yarısını bırakmaya hiç niyeti yoktur. Charlie, rutinin dışına çıktığı zaman kendini hiç iyi hissetmeyen, sosyal anlamda ilişki kuramayan Raymond’u klinikten kaçırır. Otistik olduğu için rakamları hiç unutmayan, hafızası çok güçlü olan, dahilikle küçük saf bir çocuk arasında gidip gelen Raymond’u kumar masasında hile yapmak için bile kullanır. Çekişmeli, sancılı bir yolculuktur onlarınki. Ve giderek bu yolculuk, Charlie’nin kendi iç dünyasına yaptığı bir yolculuğa dönüşür. Onlar ayrı dünyaların insanlarıdır. Ama artık Charlie’ye, saflığı, iyiliği, dürüstlüğü, sevgiyi, insanlığı ve aileyi hatırlatan bir ağabeyi vardır. En önemlisi de, kendi geçmişine dair hatırladıklarını hatırlayan tek kişidir o…
Peki, ‘Rain Main’in filmi mi, tiyatrosu mu? Bence ‘filmi’. Sinemanın tiyatroya karşı en büyük kozu görsel zenginliği. Sahnede, oyuncunun özetle aktardığı sahneleri filmde bizzat yaşıyor, mekandan mekana geçiyorsunuz. Filmin o rengarenk kocaman dünyası, tiyatro sahnesinde kısıtlı, sınırlı bir alana hapsoluyor. Hani nerde benim filmde en bayıldığım sahnelerden biri olan, Raymond’un, büyük bir keyifle babasının 1949 model Buick marka arabasının direksiyonuna kurulup, yüzünde o harika muzip ifade ve şaşkın gülümseme ile gaza basıp ‘Ben harika bir sürücüyüm…’dediği sahne. Özellikle böyle yol filmlerinde olay daha da zorlaşıyor. Ama Kemal Başar bu zorlukları zaten baştan bilerek soyunmuş işe. Tamamen iki kardeşin ilişkisine odaklanarak, antikapitalist, içinde yol olmayan bir yol oyunu yapmak istemiş ve amacına da ulaşmış. Olayı süsleyecek, renklendirecek mekanlar olmayınca, hikaye çok daha yalın bir hale gelmiş. Bunu yaparken iki başrol oyuncusu, Reha Özcan ve Devrim Evin’e güvenmiş. Onların baş başa oldukları, ikili sahneler ön plana çıkmış. Charlie’nin sevgilisi Susanna rolüne filmdekinden daha fazla ağırlık vermiş ki, bu da oyunun artılarından.Yönetmenin bu yalın reji anlayışına bir önemli katkı da dekor tasarımını yapan Murat Gülmez’den. Sahneyi ikiye bölerek, iki farklı kullanım alanı yaratmış. İki kardeşin yolculuk durakları, havaalanı, otel, kumarhane, klinik gibi mekanlar böyle çözümlenmiş. Ancak ilk sahnede, perde arkasındaki bazı dialogların zor anlaşıldığını söylemeliyim. Nasıl olacak diyordum, endişeliydim doğrusu, ama olmuş. İddiasız, yalın, nitelikli bir iş çıkmış. Belli ki Kemal Başar, adını Tiyatro Keyfi koyduğu tiyatrosunun bu ilk oyununda büyük bir keyifle çalışmış. Bu duygu bana geçti.
İKİ BAŞARILI VE KARİZMATİK OYUNCU
Otistik Raymond rolüne Reha Özcan, çok yerinde bir seçim. Şimdi kalkıp da Oscar’lı koskoca Hoffman ile Özcan’ın oyunculuklarını kıyaslayacak değilim. Haksızlık olur. Zaten film ve oyun da kıyaslanamaz. Ama bizim Raymond’umuz da performansı ile konuşturacak. Uzun yıllar Antalya Devlet Tiyatrosu’nda oynadıktan sonra İstanbul kadrosuna geçen Reha Özcan’ı ilk kez 2010- 2011 sezonunda rol aldığı Mate Matisic’in ’Bedensiz Kadın’ oyununda hastalıklı bir rolde izledim. Gerçekten çok etkileyiciydi. Oyundan çıktıktan sonra ilk sözüm ‘Kim bu oyuncu? Oldu. O oyuncu, Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Tiyatro Bölümü mezunu Reha Özcan’dı. O yıl ‘Sadri Alışık Oyunculuk Ödülleri’ seçici kurulu olarak Özcan’ı ‘En İyi Erkek Oyuncu’ seçtik. Fazlasıyla hak etmişti. Geçtiğimiz sezonlarda, İstanbul Devlet Tiyatrosu’nda, İnishmorelu Yüzbaşı ve Sezuan’ın İyi İnsanı’nda rol aldı ama bana göre Bedensiz Kadın’daki oyununu aşamadı. Şimdi, Rain Main ile yeniden bir çıkış yapıyor. Her anlamda üzerinde büyük titizlikle durulmuş, araştırılmış, her ayrıntı üzerinde çok çalışılmış, sindirilmiş bir oyunculukla karşı karşıyayız. Paylaşamamayı, ilişki kurmada zorlanmayı, sesle aşırı tepki vermeyi, saplantılı olmayı, otistik birinin tüm davranış biçimlerini, beden dilini, hiçbir abartıya kaçmadan, içinden taşan duyguları, bir küçük göz teması ile bile vermeyi başardı. Bütün samimiyetimde kutlamak istiyorum.
Çılgın, gününü gün eden, kapitalizmin tüm nimetlerinden sonuna dek yararlanan, parayla oynamayı seven Charlie’nin Tom Cruise’dan yola çıkarak, genç, yakışıklı, karizmatik ve iyi bir aktör olması gerekiyordu. Kemal Başar bu rolü Devrim Evin’e vermiş. Çoğumuz onun adını ‘Fetih1453’ filminde Fatih Sultan Mehmet’i oynayınca duyduk. Benim tanışmam ise, 29 Mayıs fetih kutlamalarına gitmeyi reddedip ‘Ben Gezi Parkı’nda olacağım’ diye çıkış yapmasıyla oldu. Hoşuma gitti. Adana Devlet Tiyatrosu oyuncusu olan Evin, Hacettepe Üniversitesi Devlet Konservatuarı Oyunculuk Bölümü’nü birincilikle bitirmiş. Bir oyuncu için baştan artı bir puan. Enerjisi yüksek bir oyuncu ve bunu Charlie’ye hayat verirken sonuna dek kullanıyor. İçsel yolculuğundaki değişimleri yaşadı ve yaşattı.
Kemal Başar’ın Şehir Tiyatroları’nda sahneye koyduğu ‘Romeo ve Juliet’in (Sahi oyun neden kaldırıldı, hiç geçerli bir açıklama yapılmadı) güzel ve başarılı Juliet’i Ece Özdikici, egoist Charlie’yi yola getirmek için uğraşan, onu hem seven, hem koruyup kollayan sevgilisi Susanna’da, yine genç kuşağın sağlam oyuncularından biri olduğunu gösterdi. Özellikle, Raymond’la olan ikili sahnelerini çok sevdim. Raymond’un yatırıldığı klinikte, ona göz kulak olan, babasının dostu doktor rolünde, Tamer Levent, sakin, dingin oyunu ile bu rol için biçilmiş kaftan. Hakan Eke, üç rol birden üstleniyor. Polis memurunda iyiydi ama finalde canlandırdığı, Raymond hakkında hayati kararı verecek doktorda, gençliği ve deneyimsizliği ile biraz sırıttı. Yine üç değişik rol üstlenen, Kemal Başar’ın öğrencisi Burcu Görek için böyle bir kadro ile oynamak büyük şans. Charlie’nin içsel yolculuğu, Can Atilla’nın özgün müziği ile daha da anlam kazandı. Kostüm tasarımını yapan Berna Yavuz, ışık tasarımında Murat Özdemir, Kemal Başar’ın bu küçük ve sıcak oyunun görünmez kahramanları.
Henüz sezonun çok başındayız ama benim için belli oldu, Tiyatro Keyfi keyif verecek…BO Sahne’de nitelikli işler yapılacak….