TÜSAK TOPLANTISI VE SANAT DÜNYAMIZIN HAL-İ PÜR MELALİ
29 Ocak’ta Santral İstanbul’da Bilgi Üniversitesi ve British Council işbirliğiyle düzenlenen Sanat Yönetiminde Yeni Arayışlar: Sanat Konseyi Modeli üzerine iki gündür pek çok kişi yazıp çizdi ve yazmaya da devam edecek. Ben biraz işin kulisinden ve atmosferinden bahsederek konferansı anlatmak istiyorum.
Uzun zamandır Bilgi Üniversitesi’nin memleketimizdeki gösteri sanatları alanını düzenleyecek yeni bir yasa tasarısı üzerinde çalışmalar sürdürdüğü bir sır değildi. Hükümetin ödenekli sanat kurumlarının kapatılmasına karşı, daha akılcı bir model üretmek için özellikle akademiya ağırlıklı “alternatif” bir inceleme-öneri hazırlama süreci içinde oldukları duyulmakta, ama bu konuda özellikle sanatın pratiği içinde yer alan STK, kurum ya da uygulayıcıların işin içine dahil edilmediği düşünülmekteydi. Nitekim, geçtiğimiz günlerde bununla bağlantılı olarak Bilgi Üniversitesi’nin düzenlediği toplantı konunun sanat camiası ve kamu oyuyla paylaşılması açısından heyecanla beklenen bir adımdı. Gerçi bu toplantının yapılması konusunda daha önceleri Tiyatro dergisi Bilgi Üniversitesi ile temasa geçmiş, hatta üzerine epey görüşmüşlerdi. Ama sonradan Üniversite’nin, Tiyatro Dergisi’ni devre dışı bırakıp, British Council ile işbirliğine giderek “daha prestijli” ve “uluslararası nitelikte” akademik ağırlıklı bir konferans hazırladığı ortaya çıktı.
Davetlilere konferans haberi ve davetiyeleri gönderilince, heyecan yerini çeşitli kuşkulara bırakmaya başladı. Öncelikle konferansın başlığı Sanat Konseyi Modeli’ydi ki, bunun sanat camiasındaki birebir karşılığı yeni TÜSAK yasa tasarısıydı. Bu demekti ki, konferans yeni yasanın tartışılacağı bir mecraydı ve özellikle British Council vasıtasıyla gelen İngiliz kültür ve sanat yöneticileri aslında bu modelin propagandasını yapmak üzere çağrılmışlardı. Zaten Bilgi Üniversitesi’nin Laureate Uluslararası Üniversiteleri arasına girmesi, Üniversite yönetim kurulundaki ve eğitim kadrolarındaki değişiklikler, Sorosla ilişkisi, Amerikan sermayesi-AKP ilişkilerinin ayyuka çıkması gibi olgular camiada bu üniversiteye mesafeli bir yaklaşımı beraberinde getirmişti. Yeni yasa tasarısı konusunda da dışarıya ser verip sır vermemek de buna eklenince ve de Sanat ve Kültür Yönetimi bölümlerinin en kıdemlisi Serhan Ada’nın şahsında, ödenekli kurumlara ve özelde sahne sanatlarına nasıl baktıldığı bilindiği için , hükümetle Bilgi Üniversitesi’nin bu konuda kapalı kapılar ardında bir çalışma yürüttükleri şüphesi aldı yürüdü. Dolayısıyla konferans, oraya gelen sanatçılar ve sanat çalışanları açısından tam da bu halet-I ruhiye içinde başladı. Kendi kaderlerini tartışacak bir konferanstan tamamiyle dışlanmış bir şekilde, tam da lafın en satıhta anlamıyla izleyici olacakları bir organizasyon. Nitekim bu durumun doğurduğu tepki nedeniyle özellikle ödenekli kurumların sanat camiasından konferansı izlemek için gelenlerin sayısı oldukça fazlaydı.
Bu gerginlik ve heyecan içinde başlayan konferans zaten henüz açılış konuşmaları sırasında protesto ve tepkilerle kesildi. Mehmet Ege Doç.Dr. Asu Aksoy’un tüm sakinleştirme çabalarına karşın, Başbakan’ın basında yayınlanan bale hakkındaki görüşlerini okuması ve bu görüşlere sahip bir hükümetin iyi niyetle bir yasa yapmasının mümkün olmayacağı üzerine konuştu. Bu korsan bildiri ve eylemin ardından , Asu Aksoy tarafından çağrılı konuşmacıların konuşmaları bitiminde isteyen herkesin görüş bildirebileceği söylenerek rutin akışa dönüldü –tabii arada laf atmalar ve küçük sözlü müdahalelerle zaman zaman kesintiye uğrayarak.
Kültür ve Turizm Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Nihat Gül’ün konuşması kiminin doğruluğu oldukça şüpheli istatistiki bilgiler vererek hükümetin ne kadar sanat alanını desteklediğini göstermeye çalışan bir konuşmaydı. Ancak verilen rakkamlar önceki dönemlerle kıyaslanmadığı için zaten reel bir artış olup olmadığı da pek anlaşılamıyordu. Sinema ve tiyatro alanındaki “genel ahlaka uygunluk” kriterlerinin ise lafını bile etmedi. TÜSAK yasa tasarısının ise hiç bir modelden etkilenmeden hazırlandığını belirterek İngilizlerin Sanat Konseyi (Arts Council) ile olan benzerliklerini tesadüf olarak nitelendirdi.
İngiltere’deki Bristol Old Vic Tiyatrosu’nun yönetici direktörü Emma Stenning’in konuşması, Arts Counsil modeli içindeki bir tiyatronun nasıl işletildiğini aktarmak açısından önemli doneler sundu. Avrupa Konseyi Türkiye Ulusal Kültür Politikası Raporu Değerlendirme Komitesi Başkanı Christopher Gordon ise İngiltere’deki Arts Council modeli ve buna getirilen eleştiriler ve alternatif uygulamalar üzerinde durdu.Arts Council’in sanat kurumları ve projelerini desteklemek için iki temel prensipten yola çıktığı söylendi: Sanatsal nitelik ve içerik. Maddi destek ise vergiler ve milli piyangodan aktarılmakta olan bu modelde Bakanlığın maddi katkısı %10’u geçmemekte. Zaten alanında yetkin sanatçı ve uzmanlardan oluşturulmuş olan bu kurulun üyeleri de süreli bir şekilde değişerek ve bila ücret, gönüllü olarak çalıştıkları için, her hangi bir bürokrat ya da hükümetin adamlarının ağırlıklı olarak kurula hükmetmeleri oldukça zor olmakta. Her ne kadar bu üyeleri atayan hükümet olsa da –alanlarında yetkin bu sanatçılar- son kertede başbakana değil Kraliçe’ye bağlıdırlar. O da sembolik bir bağdır. Öte yandan Arts Council’in işleyişinden sorumlu olan kadrolar ücretli çalışmakta, ama tüm organizasyonu yerine getiren Genel Müdür’ün kurulda herhangi bir oy hakkı bulunmamaktadır.
İkinci Oturumdaki ilk konuşmacı Serhan Ada ödenekli kurumların ortadan kalkmasının vaktinin gelip geçtiğini, yeni yapılacak düzenleme ile bu alanın nasıl organize edileceğine dair önerilerini sıraladı. Ancak bu öneriler ilk bakışta olumlu gibi görünse de kendi iddiasının aksine, yeterince somut değilerdi. Dolayısıyla bunları keyfiyetten çıkartıp, netleştirecek bir tabana ihtiyaç var gibi görünüyordu. Tabii konuşma süresinin kısalığı da yeterince açıklama yapamamasına neden olmuş olabilir. Radikal Gazetesi’nden Cem Erciyes ve Andante Dergisi’nden Serhan Bali’nin konuşmaları ise hem dururmu son derece iyi değerlendiren, hem de kaygıları ve riskleri net bir şekilde anlatan iki çalışmaydı. Her ikisi de var olan sistemin tıkanma noktasına geldiğini, Arts Counsil tarzı bir oluşumun olumlu olabileceğini, ama bunun ödenekli kurumların kapatılması anlamını taşımayacağını belirttiler. Özellikle Cem Erciyes var olan yapı içinde söz konusu tasarının sanat camiası için bir “Truva Atı” niteliği taşıdığını belirterek riskleri ve endişeleri sıraladı. Bu son iki konuşma izleyicilerin ve sanat camiasının duygu ve düşüncelerini net olarak ortaya koyması bakımından son derece önemliydi. Oradaki izleyiciler kadar heyecana ve tepkiye yaslanmayan, son derece net, objektif, uzak açılı ama empatiyi de göz ardı etmeyen konuşmalardı.
Sorular ve Değerlendirmeler kısmında söz alan Yücel Erten kanımca oldukça romantik ve demagojik bir söylemle neden ödenekli sanat kurumlarının kapatılmaması gerektiğini anlattı. Tamer Levent ise tam da işin özüne değinen bir saptamayla güne damgasını vurdu: “Arts Counsil, model olarak bize uygun olabilir, ama unutulmaması gereken TÜSAK yasa tasarısı Arts Counsil’in ruhuna ters. Çünkü sanatı geliştirmeyi ve her koşul altında desteklemeyi değil, tam tersi denetlemeyi ve kısıtlamayı hedefliyor. ”
Bu görüş aslında tüm itirazların da ana kaygısını oluşturmakta. Yani otoriterlikten diktatörlüğe yönelen bir tek adam yönetimindeki bir ülkede, sanat dahil her alana karışmaktan, söz söylemekten, üretime doğrudan müdahil olmaktan çekinmeyecek bir hükümet yapısı mevcut. Christopher Gordon’un “Bizde de kimi zaman hükümetler müdahale etmeye çalışmışlar, ama bunu basın vasıtasıyla kamuoyuna açıklayacağımızı söyledikten sonra geri adım atmışlardır.” sözleri, hükümetin yarısının skandallarının ayyuka çıkıp tüm medyada yayınlandığı ve bunun kimseyi rahatsız etmediği bir ülkede ancak acı bir tebessümle karşılanacak kadar naifti.
Peki bu toplantı sürecinden sanatçı ve sanat çalışanlarına dair neler öğrendik:
- Sanat camiasının hükümete olan güvensizliğinin had safhada olduğunu, bunun da somut kanıtlara dayandığını.
- Ancak tepkilerini belirtirken soğukkanlılıktan uzak, coşkusal ve olgunlaşmamış bir tavır sergilediklerini
- Akademik toplantı adabına pek hakim olmadıklarını
- Toplantının asıl muhatabı olduklarını düşünürlerken, dışarıda bırakıldıkları için hayal kırıklığı duyduklarını
- Kimi zaman sapla samanı karıştırdıklarını
Bilgi Üniversitesi ve organizasyon hakkında ise şunları gördük:
- Üniversiteler her ne kadar bilgi üreten kurumlar olarak bilinse de, pratik bir alana el attıklarında, uygulamacıları dışarıda bırakmalarının işbirliğine değil tepkisel tavırlara neden olacağını
- Apar topar iki haftada duyurulan konferansın amacının ne olduğunun daha net aktarılması gerektiğini
- Yarım günlük bir konferanstansa, gelecek toplantıların daha uzun sureli ve kapsayıcı olması gerektiğini
Bunlar olmadığı takdirde durum akademia ve kültür sanat üreticisi ve uygulayıcılarının birbirlerini hasım olarak görecekleri bir aşamaya doğru kolaylıkla evrilebilir. Bilgi Üniversitesi’nin böyle bir konuda bir konferans düzenlemesi kanımca çok olumlu bir girişimdi. Konferansın organizatörleri kendilerini muhtemelen biraz hayal kırıklığına uğramış olarak da hissedebilirler. Ama akılda tutulması gereken nokta oradaki pek çok itirazın Bakanlık yetkililerine ve bu ilişki içinde tam olarak ne rol oynadığı kavranamayan Üniversite’nin konumuna dair olduğudur. İngiliz Kültür’ün gelmelerine ön ayak olduğu konuşmacıların daha sonra üretilecek olan model için bilgi sağlayan uzmanlar olduğu, AKP hükümetinin TÜSAK yasası için tuttukları propaganda ajanı olmadıkları da sanatçılar tarafından kavranılmalıdır. Ayrıca tüm tarafların –bir konuşmacının söylediği gibi-bözenle şunun altını çizmeleri gerekmektedir: Yasa iyiniyet ve keyfiyet esasına gore hazırlanmaz. Yasa objektif ve iyiniyete gerek kalmayacak şekilde neyin nasıl olduğunu en verimli şekilde düzenlemelidir. Uygulayıcıların suiniyeti ya da iyi niyetinin bunun üzerinde etkisi olmaması gerekir.
www.dirensanat.com