Sezonun en çarpıcı oyunlarından biri yeni kurulan Pürtelaş’tan geldi: İsveçli yazar Lars Norén’in ülkemizde ilk kez gösterilen ‘Savaş’ oyununu, topluluğun kurucusu ve sanat yönetmeni Serdar Biliş yönetmiş. Savaşın yarattığı yıkımın etkilerini bir ailenin üzerinden anlatan oyun seyircinin yüzüne tokat gibi iniyor. Mutlaka görünmeli, oyunun bütün sanatçıları yürekten alkışlanmalı ve her türlü savaşa lanet edilmeli.
‘DÜNYA ÖLMÜŞ GİBİ…’
Bu sezon pek fazla dişe dokunur oyun izleyemedik diyorduk ki, sezon sonunda, kurulan, İstanbul merkezli bir performans üretim oluşumu olan Pürtelaş bombayı patlattı. Çalışmalarını Londra ve İstanbul’da sürdüren tiyatronun kurucusu, sanat yönetmeni Serdar Biliş, ilk yapım olarak İsveçli yazar Lars Norén’in Savaş adlı oyununu seçmiş. Avrupa’da çağdaş klasikler arasına girmeyi başarmış, şair, roman ve oyun yazarı Noren’in ülkemizde sahnelenen ilk oyunu olan’ Savaş’ Paris, Amsterdam ve New York’ta seyirciden büyük ilgi görmüş. Oyunlarının merkezine aileye yerleştiren Noren, bu oyunda da savaşın yarattığı yıkımın izlerini bir aile üzerinden anlatıyor.
Kadir Has Üniversitesi Cibali Kampüsü Has Sahne’de izlediğim ‘Savaş’ 1992-1995 yılları arasında Bosna’da yaşanan trajediden hemen sonra yazılmış ama oyunun Bosna’da geçtiğinin altı çizilmiyor. ‘Camiyi otoparka çevirdiler’ cümlesinden başka bir gönderme yapılmıyor. Oyun, dünyanın herhangi bir yerinde ve her hangi bir döneminde savaş yıkımına uğramış ve uğramakta olan bölgeler için geçerliliğini koruyor.
Bazı tiyatro eleştirmenleri tarafından İsveç’in, Strindberg’den sonra en iyi oyun yazarı diye nitelenen Lars Norén’in metni sanki bir yerlerde savaşa tanıklık etmiş gibi gerçekçi ve çarpıcı. Oyunda, savaşı cephelerde değil, bir evin içinde (tabii ona ev denirse) aile bireylerinin yüreğine, göz bebeklerine yerleşmiş olarak görüyoruz. Anne ve iki kızı, savaşın vahşetini yaşamadan önce insandılar, masumdular, çocuktular…Oysa her türlü şiddetin, acımasızlığın, açlığın, sefaletin, pisliğin ortasında kalan bu insanlardan artık aynı kalmaları beklenemez. Artık onlar, çocuk da olsalar, hayatta kalabilmek için bir diğerine zulüm uygulayabilen, intikam ateşiyle yanıp tutuşan zalimlere dönüşmüştür. Savaş ve şiddet her yerdedir. Çatı, elektrik, su, yiyecek, içecek olmayan bu yerde, aile bireyleri yepyeni bir düzen kurmuşken, bir de 2 yıl önce savaşa giden ve öldü sanılan baba geri dönerse? O da kendi ölümü ve yıkımıyla gelmiştir. Gözlerini vermiştir savaşa. Zaten, görülecek ne kalmıştır ki? Karısı haykırmıştır aslında gerçeği yüzüne ‘Sen yokken çok şey değişti, seni öldü sandık’. Bu hiç beklenmeyen ve istenmeyen eve dönüş, savaşın teslim aldığı bu insanlar arasında yeni bir gerilimli dönem, kıyasıya bir başka savaş başlatacaktır…
Lars Norén son derece ustaca yazdığı oyunda, savaşın karanlık yüzünü gayet açık ve net biçimde olanca çıplaklığı ile suratımızı çarparken, insana olan inancını koruyor. Her şeye rağmen bu bataklığın içinden, bir umut ışığı, bir aşk yeşerebiliyor. Aileyi ve kendini ayakta tutmaya çalışan kadına yaşama gücü veren bir tutku filizleniyor savaşın yıkıntıları arasında. Kocasını öldü bilen kadın, onun erkek kardeşine aşık oluyor. Kim daha mağdur sorusunu yöneltiyor yazar. Savaşa gidip, ölümle burun buruna gelen adam mı? Yoksa öğrencileri tarafından bile tecavüze uğrayan, keşke ölseydim diyen kadın mı? Bunca şiddet ve öfke arasında yaralar sarılabilir mi? İnsanlar birbirini affedebilir mi? Sanki oyunun özeti, annenin ‘Savaşta yapamam dediğimiz ne kadar çok şey yaptık’ cümlesinde gizli. Ve işte şimdi her biri, yapamam dediği her şeyi yapmış, derin yaralar almış, bambaşka insanlar olarak birbirleriyle yüzleşmek zorundadır. Savaş, hepsine çok ağır bedeller ödetecektir.
BU KADRO ALKIŞLANIR
Lars Norén’in, ailenin tam orta yerine yerleştirdiği ‘Savaş’ı, aynı zamanda çevirmeni olan yönetmen Serdar Biliş de sahnenin orta yerine yerleştirmeyi başarmış. Bu oyunda, savaşın izlerini, yıkımı, sefaleti, şiddeti her an her yerde hissedebiliyorsunuz. Sanki savaş gelip sizin de yüreğinize oturuyor. Ben kalbimin sıkıştığını hissettim. Her yer oyun alanı. Her oyuncu kendi oyun alanını kuruyor. Seyirci, aslında seyretmesi hiç de kolay olmayan oyundan bir an bile kopmuyor. Yönetmen, şiddet olgusunu, her oyun kişisi üzerinde çok iyi işlemiş. Belli ki bunun üzerinde özellikle durmuş ve uzun bir prova dönemi geçirmişler. Her an hepsi bir diğerine zarar verecek gibi tetikte. Tempo hızlı ve hiç düşmüyor. Küçük kızın, en saf haliyle defterine çizdiği çocuk resimlerinin duvara yansıması güzel, mutlu günlere bir gönderme gibi. Üzerinde durmak istediğim iki nokta, salonun akustiği ve oyuncuların birbirini marke etmeleri. Oturduğum yerden- ki sanıyorum karyola tarafı en kör nokta- babayla küçük kızın o muhteşem sahnesinde kızın yüzünü hiç göremedim! Buna benzer bir iki sahne daha var. Ama yine de atmosfer olarak İtalyan sahneden çok daha etkileyici olduğunu söyleyebilirim. Oyuncuya yakınlık, dekorla iç içe olmak, oyunun içine daha kolay girmenizi sağlıyor. Kısacası, bu çarpıcı ve sert oyunun bir o kadar da sert ve başarılı bir rejisi var.
Serdar Biliş’in bir başarısı da oyuncu seçimi. Bunda Tilbe Saran’ın da rolü olmuştur diye düşünüyorum. Savaş’ın kadrosu çok parlak. Tilbe Saran, zor rolleri, onlarla didişmeyi, uğraşmayı sever. Hepsinin de altından alnının akıyla çıkar. Bu oyundaki, savaş koşullarında sadece yaşamaya, iki kızıyla ayakta kalmaya çalışan anne rolü belli ki iştahını kabartmış. Tutkusu, çaresizliği, öfkesi, şiddeti, acımasızlığı ile bir ‘Kadın’ var sahnede. Kendisiyle ve herkesle savaşan. Bir de Tilbe Saran var. O kadına inanan, o kadına el uzatan, o kadınla bir olup onu yaşatan. Gözlerinden okunuyordu savaşın acısı. Tilbe’yi kutlamamak, alkışlamamak, takdir etmemek mümkün mü?
Babayı oynayan Sermet Yeşil, Eskişehir Şehir Tiyatrosu sanatçısı. İlk kez seyrettim ve İstanbul seyircisi sağlam bir aktörle tanıştığı için mutlu oldum. Savaşın tüm vahşetini birebir yaşadıktan sonra evine sığınmış, gözleri görmeyen, yorgun, bezgin bir adam. Adına gazi denilen savaşın bir başka mağduru. Sermet Yeşil, heyecanını ve temposunu bir an bile düşürmeden, kendi karanlık dünyasında, savaşın karanlık dünyasının bir parçası oluveriyor. Hem de nasıl…
Büyük kız, Benina (Benign, iyi huylu) henüz 17 yaşında, bir gün belki bu pislikten kurtulup yaşanabilecek bir yerlere gidebilirim umuduyla, narin bedenini kocaman erkeklere satan bir çocuk-kadın. Benina’yı donanımlı bir oyuncu, Damla Sönmez oynuyor. Fransa’da Sorbonne Üniversitesi’nde ve Yeditepe Üniversite’sinde tiyatro eğitimi almış. Bu koşullarda çocuk diye bir şey kalmadığının somut bir örneği Benina, yani Damla Sönmez. İkinci Kat’ın Yalnız Batı’sında izleyip beğendiğim Sönmez, kariyerinde bir adım daha ilerliyor. Sağlam basarak…
Ve bir de sevimli küçük kız var oyunda, Semira (Semiramis) 12 yaşında. Babanın eve dönmesini tek bekleyen ama onun gelmesiyle dengesi iyice bozulan Semira. Evde oyunlar oynayan, tüm bu sefaletin içinde yazar olmayı hayal eden, savaşın tüm yaşıtları gibi çok erken büyüttüğü Semira, yani Ecem Uzun. Halen Kadir Has Üniversite’sinde tiyatro eğitimine devam eden Ecem, aslında 22 ama oyunda evet tam da 12 yaşında! İlk profesyonel oyunu olduğuna inanamazsınız. Beden dilinin ruh haliyle uyumu müthiş. Kocaman profesyonel oyuncuların arasında ‘ ben de varım’ diye kafa tutabiliyor. Hele o son çığlık! Kutluyorum seni küçük kız.
Erkan Avcı, Ivan. Ağabeyinin karısıyla yasak aşk yaşayan, savaştan kaçmış ama savaşın açtığı derin yaralardan kaçamamış genç bir adam. Herkes gibi ben de Avcı’yı, Zenne filmiyle tanıdım. O filmdeki rolüyle 46. Altın Portakal Film Festivali’nde ‘En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu’ ödülünü kazanan Avcı, bu oyunda da ‘İyi oyuncu kendini her yerde belli eder ‘ dercesine yalın, doğal, kendinden emin bir oyunculuk sergiliyor.
Sahne ve kostüm tasarımını gerçekleştiren Gamze Kuş’a özel bir alkış. Çatısız derme çatma evin yerini tamamen karla kaplamak, etki açısından çok hoş olmuş (kaya tuzu olsa gerek). Bir karyola ve birkaç kırık dökük eşya. Zorlu savaş koşulları için gerçekçi ve çarpıcı bir dekor. Işık tasarımıyla dekoru tamamlamak Cem Yılmazer’e düşmüş ki o bu işlerin zaten ustası. Dekor ve ışık ‘Savaş’ oyununun çok önemli iki unsuru. Video tasarımında, Ali İhsan Elmas ve Mehmet Sami ile oyunda diğer tüm emeği geçenlerin ellerine sağlık. Savaş’ı Kadir Has’ta veya başka bir salonda, nerede yakalarsanız mutlaka izleyin. Siz de başkalarına tavsiye edeceksiniz, eminim.
Tiyatromuza hoş geldin Pürtelaş…
Bu Savaş, metniyle, rejisiyle, oyuncularıyla ve tüm atmosferiyle beni esir aldı 90 dakika boyunca (ara yok). Oyundan etkilenmiş ve kararmış bir şekilde çıkarken babanın şu cümlesi aklımı kurcalıyor, ‘Dünya ölmüş gibi…’ Düşündüm. Her yanımızı nasıl da şiddet sardı. Şiddete karşı şiddet! Lanet olsun bütün savaşlara, lanet olsun savaş çığlıkları atan iktidar sahiplerine, lanet olsun insanları insanlıktan çıkaranlara, lanet olsun yaşama hakkını alanlara, lanet olsun çocuklara kıyanlara, lanet olsun savaştan nemalananlara, lanet olsun bugünleri yaşatmayıp yarınları öldürenlere. Lanet olsun…
Bir anlasanız beyler, savaşın kazananı yok !
Rengin Uz
www.dirensanat.com