Tiyatromuzun çok yönlü sanatçılarından Hülya Karakaş, tiyatromuza emek vermiş kadın sanatçılarımızla söyleşiler yaparak ‘Sahnenin Sultanları’ adlı bir belgesel hazırladı. Geçen yıl seyirci karşısına çıkan bu belgesel büyük ilgi görerek ödüllere değer bulundu. Belgeseldeki söyleşileri kitap haline getiren Hülya Karakaş ile belgeseli ve kitabın serüvenini konuştuk..
‘Sahnenin Sultanları’ belgeseli geçen mevsim tiyatro dünyasında en çok ses getiren çalışmalardan biriydi. Belgeseldeki söyleşiler şimdi de Yitik Ülke Yayınevi tarafından kitaplaştırıldı. Önce böyle bir belgesel hazırlama fikrinin nasıl doğup geliştiğini sormak istiyorum…
Türk tiyatrosunun tarihini kadınların ağzından dinleyerek kayıt altına almak üzere çıktım yola. Tiyatroda bu anlamda büyük bir boşluk olduğunu düşünüyordum. Bir meslektaşımız, bir ustamız öldükten üç gün sonra, sanki arkasında hiçbir şey bırakmamışçasına unutulup gidiyor. Şehir Tiyatrolarının güzel bir geleneği vardır; sanatçılarımızı mum ışığı eşliğinde uğurlarız. Tiyatro sanatı için “Suya yazılan yazı” diye boşuna dememişler! Su akıyor, bütün bir geçmişi silip süpürüyor! Ben de bir mum yakmak istedim, yaşanmışlıkları yaşayanlardan dinleyip kayıt altına alarak en azından mumun gölgesi oldum. Sahnede varsan varsındır, yoksan unutulursun. Üç yıl bu mesleği yapmadığın zaman kimse hatırlamaz seni. Devamlılık mesleğin özünde var bir kere. Bırakırsan, söyleyecek sözün biterse, her şeye elveda deyip gitmişsin demektir. Dönmek istersin mesela, yeniden sahneye çıkmak istersin, işte o zaman büyük sıkıntı yaşarsın. Bunun yetenekle, şanla şöhretle de bir ilgisi yoktur. Hamlarsın, yeniden kendini ifade etmeye, anlatmaya çalışırsın, yeni seyirciye hatırlatmak için çabalarsın. İşte tüm bu nedenlerden dolayı, Türk tiyatrosunun geçmişine, dününe, bugününe tanıklık edenleri kayıt altına alarak tarihe not düştüm. Proje kafamda belirlendiği zaman oldukça büyük bir iş, ciddi anlamda sorumluluğu olan bir çalışma sürecinin beni beklediğini biliyordum. Tam da o sırada, İstanbul Film Festivali’nde, Rosanne Arquette’nin yönettiği “Debra Winger’ı Aramak” adlı bir belgesel izledim. Bana ilham kaynağı olan bu film, heyecanlanmama sebep oldu. Hayallerimi kağıda döktüm ve yazmaya başladım. Tanıdığımız, hayranlık duyduğumuz oyuncu kadınların da, aslında etten ve kemikten oluştuğunu anlatmak gerekiyordu. Bu kadınların insani özelliklerini öne çıkarmak, mesleklerinin geçirdiği evreleri kendi ağızlarından mutlaka anlatmaları gerektiğini düşündüm. İzlediğim belgeseldeki Hollywood’un “Kağıt bebekler”inin, aslında etten kemikten oluştuğunu, duygularının olduğunu öğrenince, bunu kendi ağızlarından dinleyince çok şaşırmıştım! Mesleğin bütün inceliğini, hoyratlığını, kendilerine biçilen roller hakkında ne düşündüklerini açık açık anlatıyorlardı. Biz neden konuşmayalım dedim kendi kendime. Hatta bizim daha fazla konuşmamız gerekiyordu çünkü; biz daha sancılı bir coğrafyada oyunculuk yapan kadınlardık! Kırk yaşından sonra oyuncu kadınların ne yaşadığı, bu yaştan sonra sektörün kendilerine nasıl davrandığı ve buna benzer birçok konuyu bizim daha fazla konuşmamız gerektiği konusunda kendimi ikna ettim etmesine de, on yıla yakın bir süre sadece hayalini kurdum. Kitabı on yılda zaten kafamda yazıp bitirmiştim! 2009 yılında artık son halini alan projemi, Şehir Tiyatroları Genel Sanat Yönetmeni Ayşenil Şamlıoğlu ile paylaştığımda o da çok heyecanlandı. “Türk tiyatrosunun arşivine bir katkımız olsun” diyerek projeyi destekledi. O bana kapı açmasaydı bu proje belki de elinde tuttuğun kitap finaline kadar ulaşmayacaktı.
Daha önce bir belgesel çalışmanız olmuş muydu?
Hayır canım ne belgeseli! Televizyonda izlediğim belgeseller dışında belgesel filmle ilgili hiçbir fikrim yoktu. Ben hep oyuncu olarak kamera karşısında oldum, hiç kamera arkasına geçmemiştim…
Sanırım kırk kişi ile bir belgesel yapmak oldukça zor bir iş. Neler yaşadınız?
Benim konuştuğum kadınlar, Türkiye’nin en önemli tiyatro sanatçıları. Onları organize etmek, bir araya getirip, farklı mekânlarda çekim yapmak başlı başına zor bir işti. Mekanların, zamanın ayarlanması sıkıntılı bir süreçti. Üstelik bilmediğin bir suya atlamışsın, bir de karaya çıkmak için can havliyle kulaç atmak zorundasın. Bana verilen süreyi sınırlı olanaklarla iyi kullanmam, işi verimli bir şekilde sonuca ulaştırmam gerekiyordu. Şehir Tiyatrolarının teknik kadrosu hayatımı kurtardı diyebilirim. Bana inanan bir ekiple birlikte yola çıktık, birbirimizi gaza getirerek, işi de süreçte öğrenerek projeyi tamamladık. Kurum dışından, daha profesyonel birkaç kişi de projeyi destekledi. Evet, bilmediğim bir alana girmiştim, ama pes etmeyi sevmem. Oyunculuktan, yönetmenliğe kadar tiyatronun her alanında çalıştım. Uluslararası festivallerde gösterimi yapılacak, profesyonel bir belgesel çekmiyordum ki, samimiyetle anlatmak istediğim bir meselem vardı ve anlatabilmek için olanaklarım, bilgim bu kadardı. Belgeseli Şehir Tiyatrolarının olanakları ile yapacaktık ama profesyonel bir ekibe de ihtiyaç vardı. O güne kadar izlemediğim kadar çok belgesel izledim. Profesyonel ışıkçıdan ışık ayarlarını, kameramandan kamera açılarını öğrendim. Bütün bir yazı çalışarak geçirdim. Ben ve ekibim bir yıla yakın bir süre seferber olduk. Yönettiğim oyunlarda, reji ekibinde birlikte çalıştığım Burcu Çoban elim ayağım oldu, çok destek oldu bana. Anladım ki, her işte olduğu gibi ekip çok önemli. Kurduğum ekiple birbirimize inandık ve başardık.
Niçin kırk sanatçı? Ne olursa olsun sayı ile sınırladığınız zaman kırk değil seksen de olsa yine de riskli olacaktı… Ben niye yokum diyenler oldu mu? Bu anlamda eleştirilerle karşılaştınız mı?
Kırk yaş kadınların hayatında dönüm noktasıdır. Hem mesleki, hem de kadın olmak olgusu açısından özel bir yaş kırk yaş… Oyuncu kadınların kırk yaşından sonra neler yaşadığını, ne tür sorunlarla karşılaştıklarını merak ederim, çünkü kendim de aynı sorunları yaşadım. Bir zamanlar peşinden koşulan o kadınlar, birkaç kırışık edinince, ya da vücutlarındaki o eski diriliği kaybetmeye başlayınca, önlerinde sonsuz bir şekilde uzanan o bereketli rol denizi de kuruyup gidiyor. Bu gerçekleri konuşmak gerektiğini düşündüğüm için kırk yaşı kerteriz aldım kendime. Bir yandan da projeyi mümkün olduğunca daraltmak durumundaydım, çünkü Türkiye çapında bütün kadın oyuncular ile konuşmam söz konusu olamazdı. Hem olanaklarım açısından, hem de belgeselin süresi açısından yapamazdım. Bu nedenle İstanbul’da sahneye çıkan oyuncuları belirledim kafamda, bir taraftan da İstanbul’da tiyatro yapmanın zorluklarını konuşmak istiyordum İstanbul görüntülerini kullanarak. Belgeselde ve kitapta yer alan kadınlar, kimsenin fazlaca itiraz edemeyeceği, Türk tiyatrosuna büyük emek vermiş, bu mesleği layıkıyla yapan isimler. Bundan kitapta yer almayanlar layıkıyla yapmıyor mu anlamı çıkarılmamalı, şüphesiz en iyi şekilde yapıyorlar, ama bu kitabı yazan ben değil de başkası olsaydı, onun seçtiği kadınlar daha farklı olacaktı. Biz kadın oyuncu sayısının bol olduğu bir ülkeyiz. Allahtan öyleyiz! Belgeselde ya da kitapta olmayı isteyen, “çok heyecan duydum, keşke ben de olsaydım” diyen, “beni niye unuttun” diyen meslektaşlarımla karşılaştım elbette. Ben bu kadarını yaptım, çünkü gücüm ve imkanlarım bu kadardı. Kimseyi unutmadım, projemin kapasitesi buydu diyelim. Keşke devamını yazabilecek gücü tekrar bulabilsem… Ama zor bir proje olduğu için niyetlensem de vazgeçiyorum. Yazmak istediğim başka kitaplar var kafamda. Ancak tiyatroya hizmet etmiş bütün kadınlar bence kayıt altına alınmalı. Belki benden sonra biri devam ettirebilir…
“İstanbul’un Kadınları/Sahnelerin Sultanları”nın, 20. Yüzyılın ikinci yarısından sonrası için bir belge olma özelliği de var. Oyuncular neler yaşıyordu, nasıl bir hayat sürdürüyorlardı, tiyatro yapmanın zorlukları nelerdi gibi bir dizi sorunun yanıtını veriyor yaşayanlar. Tiyatrocularımızın zaman zaman toplumun diğer kesimleriyle aynı sıkıntıları, baskıları yaşadığını görüyoruz. Hatta kimi zaman ağır bedeller ödediklerini görüyoruz. O dönemleri yaşamayan biri olarak kimi tiyatroların toplumun gerçeklerinden kopuk oyunları niçin oynadıklarını hep sorgulardım… Bu söyleşiler bana bütün bunların baskılar sonucu olduğunu gösterdi. Siz de buna katılıyor musunuz?
Kesinlikle doğru. Türkiye’nin atladığı her kötü eşikte, olumsuzluklarla dolu geçiş dönemlerinde, önce sanat ve daha çok da tiyatro sanatı etkilenmiştir. Hangimiz merak etmeyiz geçmişte neler yaşandığını? Zira unutmaya kodlanmışız! Çok çabuk unutuyoruz, çok çabuk tüketiyoruz. Unutturmamak için bellek oluşturmalıyız. Türk tiyatrosu hangi evrelerden geçmiş, neler yaşanmış, o yıllarda turne koşulları nasılmış, kadın oyuncular baskıcı dönemlerde ne yapmış türünden onlarca soru vardı kafamda. Her şey güllük gülistanlık değil ki bu ülkede! Şehir Tiyatrolarından “1402” yasasıyla oyuncular sahneden indirilip, derdest edilerek gönderilmiş, işten atılmışlar. 12 Eylül döneminde sanatçılar fişlenmiş, birbirlerini ihbar etmeye zorlanmış…Tiyatro sanatçıları evlerinden, sahnelerinden toparlanıp zorla götürülmüşler… Zaten kitabı okuyanlar yaşayanların ağzından bu gerçekleri okuyacak. Kitapta, tiyatronun başka örnekleri de var; örneğin Ermeni tiyatrocu Bercuhi Berberyan, Ermeni tiyatrosunu, geçmişte sahneye çıkan Ermeni kadın oyuncuları, Mari Nıvart’ın hüzünlü öyküsünü anlatıyor. O yıllarda Müslüman kadın sahneye çıkamıyor, Ermeni kadın oyuncular sahneye çıkıyor; o kadınları mutlaka konuşmak gerekiyordu. Biz bu mesleği yapabiliyor oluşumuzu kesinlikle Ermeni kadın oyunculara borçluyuz. Kürtçe tiyatro yapan Kürt tiyatrocular var. LBTG bireyi Esmeray var. Esmeray da bu ülkede oyunculuk sanatını icra ediyor ve ilk olarak “Cadının Bohçası” oyunu ile sahneye çıktı. Onu görmezden gelmek mümkün mü? “Feminist Tiyatro”nun öncülerinden Jale Karabekir var. Kitabım çeşitlilik üzerine kurulu. Tıpkı Türkiye gibi! Farklılıklar bir bütünü oluşturuyor, bir bütünün parçalarıyız hepimiz.
Sorularınızda vurguladığınız bir başka nokta da oyun yazarlığı ve tiyatro oyunlarında kadının yeri…
Dünyanın her yerinde olduğu gibi Türkiye’de de kadın oyuncu sayısı oldukça fazla. Kadın sayısının fazla olduğu bir meslekte ne yazık ki kadınların oynayacağı iyi, güçlü, sağlam karakterler yazılmıyor. Çok çok önemli bir konu, ciddiyetle tartışılması gerekiyor. Yazarlık alanında erkekler daha güçlü ve doğal olarak kendi dünyalarını anlatıyorlar. Biz, çoğunlukla erkekler tarafından yazılmış, onların dünyasını anlatan metinlerde sadece bir figür olarak kalıyoruz. Kitapta kadınlar için neden iyi roller yazılmadığını konuştuk çokça. Bu türden konular daha az konuşulduğu için konuştuk tabii ki. Her alanda varlığın gösteren cinsiyet ayrımcılığı tiyatro mesleğinin kodlarına sinsice yerleşmiş durumda. Kadınlar bu dünyanın içinde kendilerini “öteki” olarak mı görüyorlardı, eğer görüyorlarsa bu durum onlara ne hissettiriyordu?
Bugün her iki çalışmanıza baktığınızda sorunların nerede düğümlendiğini sorsam…
Sorun, yazılı metinlerde, kadınların eril dile mahkum edilmesinde, oynanacak iyi roller bulamamalarında, ülkenin yaşadığı her türlü zorlukta ve daha bir çok şeyde düğümleniyor. Türk tiyatrosunun geçmişini, bugününü yaşayan kadın oyuncular bugüne nasıl geldiklerini, bugünden sonraya nasıl baktıklarını anlattı. Tiyatronun yarınını umut verici bulup bulmadıklarını, neler yaşadıklarını… Kırk yaşına kadar güzel kadın rolleri oynamış bir kadın oyuncu, kırk yaşından sonra ya da anne olunca, oyunculuk hayatında nelerin değiştiğini durup düşünmeli. Yaşıtı olan erkek oyuncular yarı yaşındaki kadınlarla sevgili olabiliyorlar, onlara bu tarz roller teklif ediliyor, ancak kadınlar belli bir yaşa gelince hemen anneliğe terfi ettiriliyor! Kadın özgürleştikçe mesleğini de özgürleştirir, bu nedenle kadının her anlamda özgürleşmesi gerekiyor. Ülkenin kapkara dönemlerini, o dönemleri birebir yaşayan oyunculardan dinledik ve böylece tiyatro üzerindeki baskıyı, sansürü net bir şekilde hissettik. Dolayısıyla kitapta; tiyatro tarihini, kadınların tarihini, bu tarihsel süreçte kadınların yerini, yaşadıkları zorlukları konuştuk.
Tüm bu söyleşiler size neler kazandırdı?
Çok şey! Geriye dönüp baktığım zaman, sanatsal serüvenimde hep gurur duyduğum bir iş olacak benim için. Hepsi değer verdiğim, tanıdığım meslektaşlarımdı. Beğenerek, takdir ederek izlediğim, takip ettiğim kadınlardı. Tanıştıklarım da vardı, hiç tanışmadıklarım da, ama çoğu dostum ve arkadaşımdı. Ayrıca tanışmanın çok da önemli olmadığını düşünüyorum, çünkü neticede ortak konumuz tiyatro, biz tiyatroyu konuşacaktık. Hepsi çok sürprizliydi, beni çok şaşırttılar. Her akşam evime tazelenerek döndüm sayelerinde. İstanbul’un Kadınları/Sahnelerin Sultanları belgeseli bir yenilenme süreci oldu benim için. Yeni bir iş öğrendim, yepyeni bir alana adım attım. Çok araştırdım, çok okudum, çok izledim. Elbette eksikliklerimiz olmuştur, ama her şeye rağmen, yıllar sonra bile, bir el uzaklığında, sıcacık bir döküman kazandırdık tiyatronun arşivine. Bu mesleği layıkıyla yapmış kadın oyuncuların tanıklığı az şey mi?
En çok kimden etkilendiniz?
Hepsinden ama açık söylemek gerekirse en çok Ayşen Gruda’dan etkilendim. Hiç tanışmıyorduk, çok gerçek bir kadındı, o gittikten sonra, onu tanımasaydım bir yanım eksik kalırdı dedim içimden. Konuştuğum bütün meslektaşlarım mesleğimle daha çok gurur duymamı sağladı. Hepsine teşekkür ediyorum. Ayşen Gruda “Ben tiyatrocu bir kadın olabilirim, ama aynı zamanda temiz, titiz bir kadınım, sabah evden çıkarken hiç öyle yatağımı dağınık bırakıp çıkmam” dedi. Ben sabah evden nasıl çıktığımı düşündüm bir an. Hani sistem kadınları erkekleştiriyor ya, o manada! Hayat, kadınlara çok fazla seçenek sunmuyor ne yazıkki. Hem hayattan rol çalıyoruz, hem de hayata bir ucundan tutunmaya çalışıyoruz. Sistem kadından her şeyi iyi yapmasını, sonra da esas duruşa geçmesini bekliyor. Ee zor tabii! Hem iyi sanatçı olacaksın, hem de iyi evkadını… Bir de üstüne her daim bakımlı olacaksın, şık duracaksın, sahneye çıktığın zaman gözler üzerinde olacak… Sen hep iyi olacaksın, sağlam kalacaksın…
Bugüne kadar sanatçıların o koşturmacaları, çabaları hiç gösterilmedi…
Annelik süreçlerini de konuştuk, anne olmanın mesleklerini nasıl etkilediğini anlattılar. Hassas bir terazinin ancak tartabileceği bir mesleği yaparken çocuklarıyla nasıl ilişki kurduklarını merak ediyordum. Ben daha çok seyirci gözünden merak edilenleri sormaya gayret ettim. Hepsi olabildiğince açık yüreklilikle cevaplar Verdi sorularıma. Önemli şeyler anlattılar, şaşırtıcı cevaplar verdiler.
Kendi aranızda konuşmak güzel de, bunların kitaplaşacağını öğrendiklerinde; “Bunu koymayalım” dedikleri oldu mu?
Kendi aramızda konuştuklarımızı bile yüzlerce insanın seyredeceğini düşününce… Hiç olmadı. Belki de bir meslektaşlarıyla konuştukları için güven duydular. Kuşkuya yer vermeyecek şekilde güvenli sorular sordum ve kimseyi zorlamadım. Bugüne kadar hiç konuşmadıkları kadar cesurca kendilerini ortaya koydular. “Biz bunları konuştuk ama acaba şöyle mi yapsak” diyen bir kişi oldu ona da kitapta yer vermedim zaten. Öyle ya silah zoruyla mı konuşturdum seni, ben sordum sen anlattın. Kaldı ki konuştuklarını belgesel filmin gösterimlerinde zaten yüzlerce kişi izledi!
Son birkaç yılda sanatçılarımız da kendilerini toplumsal olayların içinde buldu ve çoğu zaman en ön saflarda yer aldılar…
Katılıyorum. Ön saflarda yer aldılar çünkü böyle olması gerekiyordu. Seksenli yıllara baktığımız zaman Türkiye’nin politik yapısında bir belirsizlik var, depolitizasyon başlamış. Halk, özellikle de gençlik politikadan şu ya da bu nedenle uzaklaştırılmış. Doksanlarda da aynı durum devam etmiş. Şimdi o yeni kuşak bizi şaşırttı! Seksenleri, darbe dönemini yaşamayan o gençler, hangi ara bu kadar politik olmuştu anlamamıştık. Hak arama, özgürlük taleplerinin ön sıraya koyan bir kuşakla karşılaştık. Daha özgün düşünüyorlar, sakınmıyorlar, korkmuyorlar… Düşüncelerini, siyasi fikirlerini saklamadan, düşünsel boyutu olan, cesur oyunlar yapıyorlar. Tiyatro düşündürür, tartıştırır, farklı düşünmeye yönlendirir insanı. Tam bu durumdan uzaklaşmaya başlayan seyirciyi genç tiyatrocular tekrar iyi bir noktaya taşıdı. Gezi’de, özellikle kadın sanatçılar kendilerini hiç sakınmadan ortaya koydular.
Toplumsal olayların hep en ön saflarında yer aldınız. Gezi Direnişinin içinde korkmadan durdunuz, hatta polis şiddetine maruz kaldınız. Sonuçta bir tiyatrocu öyle ya da böyle fiziği ile kazanıyor. Bu anlamda zarar görme korkusu yaşadınız mı? Mesleğim riske girer mi diye düşündünüz mü?
Yaşanan onca acıdan sonra benim yaşadıklarım devede kulak kalıyor. Beni tanıyanlar oldukça gözü kara olduğumu bilir. Allah aşkına kaybedecek neyimiz var ki gururumuzdan başka! O da çoktandır ayaklar altında çiğneniyordu. İlkelerimizi unutmuştuk, düşüncelerimiz önemini kaybetmişti, hayatın pis akışına kaptırmıştık kendimizi. Gezi gözümüzü açtı. Gözümüzün açıldığını görenler gözümüzü kapatmaya çalıştı. Kapattılar da! Gezi’den sonra gözünü kaybeden onca genç var artık. Kafa travması yaşayan, sakat kalan… Ne için? Taleplerimizi ortaya koyduğumuz, “Yeter artık!” dediğimiz, yeşil alanlarımızı koruduğumuz, daha iyi bir hayat istediğimiz için… Gerçekten de once her şey bir ağaçla başladı…
Ama sonra? Devlet sokağa çıkan vatandaşına bilerek isteyerek şiddet uyguladı! Gezi’den bir sure once ilkelerimi sorgulamaya başlamıştım zaten, gerçekle yüzleştiğimde de kendimden, gidişatımdan hoşlanmadığımı fark etmiştim. İçim kıpır kıpırdı epeydir. Emek Sineması yıkımı, sanat kurumlarına yapılan baskılar beni çileden çıkarmaya başladığı için sokak eylemlerinde yerimi almıştım daha ilk günden itibaren. Yaşadığımız şiddet akıl alır gibi değildi! Bunun hiçbir açıklaması olamaz! Biber gazı dedikleri şey lavanta kolonyası değil ki, kimyasal silah kadar tehlikeli bir şey. TOMA’lardan çıkan sulara nelerin karıştırıldığını unutmadık. Hak talep eden insana şiddet uygulamak yerine, onun sokağa çıkmasına neden olan uygulamaları düşünseydi bu ülkeyi yönetenler keşke. Sokağa çıkmayı göze almış insana ancak saygı duyarsın. “Küçük, eyleme meyilli” bir guruptan söz etmiyoruz, Gezi’yi oluşturan büyük kitleler sözünü ettiğim. Halkın yarıya yakını neredeyse. İnsanlar evlerinden bayraklarını alıp, gece yarısı sokaklara döküldü. Bence üzerinde bir hayli düşünülmesi gereken bir durum bu. Aşağılayarak, küçük düşürerek, yaftalayarak yok sayamazsın, bu bile ne kadar çok korktuklarını gösteriyor. Sahneye çıkan insanın sokakta ne işi var diyenler oldu. Başbakan da bunu söyledi. Zaten her fırsatta sanatçıları aşağılıyor, yaftalıyor… Sanatçı bu ülkede yaşamıyor mu, biz vatandaş değil miyiz? Biz de bu ülkenin sınırları içinde oturuyoruz, ülkede yaşanan sorunlar bizi de etkiliyor. Her şeyden azade, sabahtan akşama kadar zevk-ü sefa içinde yaşadığımızı düşünenler fena halde yanılıyor. Sokağa çıkmaya mecbur bırakıldık. 28 Mayıs, 2013 tarihi benim de yettiniz artık dediğim gündür ve iyi ki demişim. Kendime olan saygımı yeniden kazandım diyelim.
Her şey bitti mi, hayır! Sekiz tane gencecik insan öldürüldü planlanarak, dövülerek, hedeflenerek. 14 yaşındaki Berkin Elvan’ı 16 kg gömdük toprağa, aynı gün bu ülkenin başbakanı acılı bir anneyi, kendi kitlesine yuhalattı. İlginç olan, o kitlenin içindeki kadınların acılı bir anneyi yuhalamasıydı. Beni asıl yaralayan bu oldu. Oğlu dövülerek öldürülen Ali İsmail Korkmaz’ın annesi bir yılda on yaş birden yaşlandı. Mehmet Ayvalıtaş’ın annesi, oğlunun acısına dayanamadığı için öldü. Yaşadıklarımız unutulacak şeyler mi? Bu ülkenin halkını karşı karşıya getirmek isteyenler hep oldu, ama biz buna izin vermeyeceğiz. Her şeyi unutsam bile, Taksim’in orta yerinde polis kışlasına çevrilen güzelim AKM binasını görüp bilenirim. Ethem Sarısülük’ü gözümüzün önünde öldüren polis, “Çektim sıktım” diyerek efeleniyor. Bu efelenmeler sadece bir kesimi değil, birçok kesimi rahatsız etmeli. Bütün bu karmaşa içinde kendi yaşadıklarımı konuşmak saçma olmaz mı? Sahnedeki maskemi çıkarttım, devletin uyguladığı şiddetten korunmak için gerçek maske taktım. Olan budur! Mesleğimizdeki sorunlar bitmiş değil, tiyatroların üzerinde bariz bir baskı var. Hatta tiyatrolar tamamen iğdiş edilmek isteniyor gibi geliyor bana. Ortada bir TÜSAK yasası var, ceset atılmış önümüze, herkes bunu konuşuyor, ama kimse o ceseti kaldırmaya yanaşmıyor. Belirsizlik devam ediyor, doğal olarak ben de pek iyimser düşünemiyorum. Bu topraklarda yaşıyorum, bu topraklardan besleniyorum, benim de bu ülkede olup biten birçok şeyle ilgili sorunum var, herkes kadar. Ben ilk günden son güne kadar direnişin içinde yerimi aldım. Gezi sürecinde yaşanan olumsuzluklar, acılı, sancılı her dönemde olduğu gibi bu ülkenin utanç tarihine yazılmıştır. Ben artık bu utançla yaşamaktan yoruldum. İsyanım bunadır!
RÖPORTAJ: SABİT DOĞAN
FOTOĞRAFLAR: NECLA İRET WABİSCA
www.dirensanat.com