“Zaten aktör dediğin nedir ki? Oynarken varızdır, yok olunca da sesimiz bir hoş seda olarak kalır. Bir zaman sonra da unutulup gider. Olsa olsa eski program dergilerinde soluk birer hayal olur kalırız.”   

yasar-ilksavar
YAŞAR İLKSAVAŞ

Hülya Karakaş’ın İstanbul’da kırk kadın tiyatro sanatçısıyla yaptığı kırk söyleşiyi aynı kapak altında topladığı Sahnelerin Sultanları kitabını piyasaya çıktığı ilk günlerde okumuştum. Belli bir konsept içinde yapılan söyleşilerde yakından tanımadığım kimi oyuncuları daha yakından tanımış, bakış açılarını, fikirlerini görmüş, öğrenmiş oldum. Dostum, arkadaşım diyebildiklerimle anılarım tazelendi. Bercuhi Berberyan’ın anlattığı Mari Nıvart’ın –başlı başına bir roman konusu olabilecek—öyküsü gözlerimi yaşarttı. Sözkonusu kitap yalnızcaTürkiye tarihinin önemli bir bölümünü gözler önüne sermekle kalmıyor, sahnede kadın olmayı, bir anlamda bir kadınlık hikâyesini de dile getiriyordu. Ama kitabın çok önemli bir işlevi daha vardı kanımca: kırk tiyatro sanatçısını ölümsüzleştiriyordu. Yıllar yıllar sonra bu kitabı okuyanlar belki de bir sanatçının kim olduğunu merak edip araştıracaktı. Örneğin, Nevra Serezli’yi merak ettiğinde vodvilin, farsın lordu Metin Serezli’ye, oradan Dormen Tiyatrosu’na ulaşabilecekti. Nedret Güvenç’i merak edip araştırdığında çok başarılı bir öykü ve roman yazarıyla da karşılaşacaktı.

Yıl 1927 Darülbedayi Ankara turnesine gidiyor. Henüz soyadı yok. Ayakta erkekler; Basri Rıza, Ercüment Behzad, Hazım, Hüseyin Kemal, Küçük Kemal, i. Galip, Emin Beliği, Ön sırada oturanlar; Necla, Şaziye, Bedia, Fahire, Mina, Müzeyyen
Yıl 1927 Darülbedayi Ankara turnesine gidiyor. Henüz soyadı yok. Ayakta erkekler; Basri Rıza, Ercüment Behzad, Hazım, Hüseyin Kemal, Küçük Kemal, i. Galip, Emin Beliği,
Ön sırada oturanlar; Necla, Şaziye, Bedia, Fahire, Mina, Müzeyyen

Tomas Fasulyeciyan’ın o ünlü tiradı geldi aklıma: “Zaten aktör dediğin nedir ki? Oynarken varızdır, yok olunca da sesimiz bir hoş seda olarak kalır. Bir zaman sonra da unutulup gider. Olsa olsa eski program dergilerinde soluk birer hayal olur kalırız.”   Artık o program dergileri de pek yok ne yazık ki. Evet, tiyatro oyuncusu olmak, buza yazı yazmak gibi bir şey. Sahneden indiniz mi yıllar içinde unutulup gidiyorsunuz.  Bugün Behzat Butak’ı, İ. Galip Arcan’ı, Hüseyin Kemal Gürmen’i, Halide Pişkin’i, Kâmuran Yüce’yi, Ayfer Feray’ı… kaç kişi anımsıyor. İleride Nisa Serezli’yi, Tolga Aşkıner’i, Hadi çaman’ı, Yüksel Gözen’i, Metin serezli’yi… kaç kişi anımsayacak?Bu nedenle tiyatrocularla yapılmış, sonradan kitaplaşmış söyleşiler, tiyatrocuların anıları… çok önemli. Özellikle de bizim gibi arşiv duygusundan uzak bir ülkede. Yalnız oyuncular için de değil, tiyatro mekânları için de aynı şey sözkonusu. Ümit Tiyatrosu’nu, Gen-Ar Tiyatrosu’nu, Arena Tiyatrosu’nu…, bu tiyatroların tiyatro yaşamımızdaki yerini kaç kişi biliyor, anımsıyor?

Nisa Serezli
Nisa Serezli

Bu arada, Taksim-Bebek Rotarl klübü liselerarasında düzenlediği tiyatro şenliğinde dağıttıkları ödüllere “Nisa Serezli-Tolga Aşkıner”, “Lâle Oraloğlu” ve “Vasfi Rıza”nın adına ödül kategorileri oluşturdukları, onları bir anlamda, hak ettikleri şekilde ölümsüz kıldıkları gibi, büyük bir vefa örneği de göstermişler. Dilerim örnek olur bu çabaları.

Hülya Karakaş’ın kitabındaki söyleşilerde bir başka nokta daha dikkatimi çekti. Söyleşi veren tiyatro oyuncularının hemen hepsi sahneye çıkan ilk müslüman kadın oyunculardan söz ederken Afife Jale’nin, sonra da Bedia Muvahhit’in adını anıyorlar da, Şaziye Moral adı yalnızca iki, üç kişinin aklına geliyor. Muhsin Ertuğrul, Temaşa dergisinin 9 ekim 1918 tarihli 11. Sayısında şöyle yazar: “… Kadınsızlıktan tiyatromuz yok. Kendi kendimize karşı mürai olmamız, bizim ictimaî hastalıklarımızı tezyit ediyor…     

          … Bir yanda medeniyete, asrın terakkiyatına hahişger bir kitlei münevvere, diğer tarafta işsiz, güçsüz, dedikoducu sahte bir kitlei mutaassıba, döğüşüyoruz. Hak ve hakikat bizde olduğu için, bir gün bu mutaassıpları mağlup edeceğiz; fakat ne olur, bu ebedî uykuya daldığı zannolunan afif türk kadınlığı arasından büyük ruhlu biri çıksa da tiyatroya intisap ederek kökleşmiş eski taassubu defaten parçalasa!”

Muhsin Ertuğrul’un beklediği bu kadın Afife olacaktırr. Darülbedayi’nin sınavlarını kazanmış, 1919’da aktristliğe yükselmiştir. 1920’li yılların sonlarında beklenen an gelir. Türkçeyi güzel konuşmasıyla da ünlenmiş Eliza Binemeciyan Paris’e gidince Yamalar piyesindeki Emel rolü için Afife hatırlanır. Afife sahne yaşamı için Jale adını alarak, Afife Jale adıyla sahneye çıkar. Ne ki, birinci perde arasında polis Afife’yi tutuklama emriyle tiyatroya girer. Afife, Kınar hanımın gayretiyle kaçmayı başarır. İkinci piyesi Odalık’ı oynarken, bu kez üçüncü perdede, zaptiyelerin tiyatroyu sardığı haberi gelir. Apollon tiyatrosunun sahibi Mösyö Sireç’in yardımıyla yine kaçmayı başarır Afife. Sonra Afife’in Kadiköyü vapur iskelesinde bir ihbar üzerine tutuklandığını, Behzat Butak, Muvahhit gibi sanatkâr arkadaşları tarafından binbir güçlükle kurtarıldığını biliyoruz. Baskılar yüzünden Darülbedayi’nin kapıları da yüzüne kapanmış, sahnesiz, kimsesiz kalmıştır. İşte uyuşturucu batağına düşmesi de bu döneme rastlar. Bu arada, Ferah Tiyatrosu’nda Kırık Kalp’te oynar. Aynı oyunda Şaziye (Moral) hanım da oynamaktadır. Birlikte Beyazıt karakolu’na götürülürler. Şaziye Hanım, mahkemesi devam ederken küçük bir tiyatro heyetiyle Anadolu’ya kaçacaktır…

1963-1964 Mevsiimi İstanbul Şehir Tiyatroları'nda 'Döveme Gül'ün iki yıldızı; Bediha Muvvahhit ve Şirin Devrim
1963-1964 Mevsiimi İstanbul Şehir Tiyatroları’nda ‘Döveme Gül’ün iki yıldızı; Bediha Muvvahhit ve Şirin Devrim

Afife’nin Selahattin Pınar’la evlendiğini, uyuşturucunun da etkisiyle çok zor günler yaşadığını, Bakırköy akıl hastanesine iki kez yatırıldığını ve burada can verdiğini biliyoruz. Afife’nin oyunculuğu hakkındaysa hemen hiç bilgimiz yok. Nezihe Araz “Afife Jale” piyesini yazmamış olsa, Şahin Kaygun “Afife Jale” filmini yapmamış olsa, Haldun Dormen sahip çıkıp “Afife Jale” tiyatro ödüllerini gerçekleştirmemiş olsa, “Afife Jale” balesi yapılmamış olsa belki o da çoktan unutulup gidecekti. Tıpkı Şaziye Moral gibi.

Şaziye Moral ilk sahneye çıktığı günden, emekli olduğu güne kadar hep sessizliğini ve alçakgönüllülüğünü korumuş, hayatını tiyatroya vakfetmiş bir sanatçıdır. 25. yıl jübilesi bile, sırada çok kişi var diye, altı yıl gecikmeli kutlanmış. Ailesiyle birlikte Bulgaristan’dan kaçarak İstanbul’a muhacir olarak gelen, okuluna devam ederken parasal sıkıntılar içindeki ailesine yardımcı olmak amacıyla çalışmaya karar veren Şaziye, Hizmet-i Umumiye’ye müracaat eder. Hizmet-i Umumiye’nin müdürü İsmail Faik Bey  aynı zamanda “Yeni Sahne” adındaki bir tiyatro topluluğunun da başındadır. Şaziye’ye aralarına katılmasını teklif eder. Ömrü boyunca tiyatro seyretmemiş olan Şaziye bu teklifi kabul eder. Ama o daha sahneye adımını atamadan “Yeni sahne” dağılır. Devamını Tunç Yalman’ın Jübile dergisindeki yazısından izleyelim: “O ara “Yeni Sahne” dağılıyor, Şaziye Moral sahneye çıkamıyor. İsmail Faik bey aradan çok geçmeden heyeti yeniden kuruyor ve tecrübesiz genç kız bir gece Ferah Tiyatrosu’nda “Kırık Kalp” piyesinde ilk rolünü oynuyor (ilk Türk kadın sanatkârı Afife Jale bu temsilde başrolü oynamaktadır). O gece olanları, polisin ikinci perde başlamak üzere iken tiyatroyu nasıl “bastığını”, bu iki kadın sanatkârın “Müslümanlığa aykırı hareket etmek ve sahneye çıkmak” suçundan nasıl karakola götürülüp arkasından da mahkemeye çıkarıldığını hepimiz duymuş veya okumuşuzdur. Muhsin Ertuğrul’un beklediği “kahraman” kadınlar kendilerini göstermeğe başlamış, fakat taassup bütün vahşetiyle üzerlerine atılmakta gecikmemişti.    

İZZET GÜNAY- ŞAZİYE MORAL
İZZET GÜNAY- ŞAZİYE MORAL

         Hizmet-i Umumiye’nin ödediği kefalet sayesinde serbest bırakılan Şaziye Moral’ın durumunu Atatürk’ün bir hareketi kurtarıyor. Atatürk o sırada fransızca öğretmenliği eden Bedia Muvahhidi, kocası aktör Muvahhit’le birlikte İzmir’de sahneye çıkmağa teşvik edince, Afife ve Şaziye Hanımlar da, mahkemede, “Türk kadını için sahneye çıkmanın bir suç olamayacağını, hattâ Atatürk’ün bunu bizzat arzu ve teşvik ettiğini” belirtiyor ve affediliyorlar.”

Şaziye Moral için kaleme alınmış eleştirilerin hemen hepsi övgüler doludur. Ne denli başarılı bir sanatçı olduğu konusunda tonlarca bilgi vardır.Sessizliği içinde sahnede devleşen bir sanatçıdır. Ömrü tiyatroya ve sinemaya emek vermekle, mücadele içinde geçmiştir. Ama ne yazık ki bugün artık pek az hatırlanmaktadır, ileride unutulup gidecektir. Bunun nedeni oyunlara, filmlere konu olacak bir yaşamı olmaması, sahneye çıkan ikinci müslüman kadın sanatçı olması olmamalıdır.

Afife Jale’nin unutulmaması için nasıl bir çaba gösterilmişse, yalnız Şaziye Moral için, Bedia Muvahhit için değil, tiyatromuza emeği geçen tüm büyük sanatçılar için de aynı gayret gösterilmelidir kanımca. Ülkemizde tiyatro yapmak bir Don Kişotluktur, bunu hepimiz biliyoruz . Ve bu Don Kişotlara hepimizin bir vefa borcu var. Anı kitaplarıyla, kitaplaşmış söyleşilerle, kimi mekânlara adlarını vererek, yurtdışında olduğu gibi, oturdukları binaların duvarlarına adları yazılı plaketler koyarak vb. bu insanları yaşatmalıyız, yaşatmak zorundayız.

YAŞAR İLKSAVAŞ

www.dirensanat.com

Bir Cevap Yazın

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.