Tarih boyunca, hakikât arayışı ya da hakikâti ortaya koyma arzusu, sanatla ve tiyatro ile özdeşleştirilmiştir. Toplumsal yapıya içkin olduğu, ortaya çıkarılması gerektiği düşünülen hakikât varsayımının nesnesi yüzyıllar içinde değişir; ama arayışın ya da gösterme girişiminin kendisi bâki kalır. Nitekim, yetenekli, birikimli ve duyarlı gençlerin bir araya gelerek kurdukları Tiyatro Vira, “Olmak ya da Olmamak” adlı oyunuyla, insana dair en temel hakikâtin, ”varoluşun” dehlizlerinde bir yolculuğa çıkarıyor bizleri. Akılsızlığın norm, vicdansızlığın erdem olarak kutsandığı bir tarihsel dönemeçte, özgün ve yaratıcı fikirlerle tiyatro yapan gençlerin varlığı her şeyden önce Türkiye tiyatrosu adına umut verici. Zira tiyatro, kendi gerçeklik temelini, her türlü biçim ve üslûp kaygısından önce, insanı, toplumu ve bütün bir yaşamı sorgulayabildiği, bunun için gerekli bilgi ve birikimi beraberinde getirebildiği ölçüde kendini yeniden üretebilen bir sanat dalı.
“Olmak ya da Olmamak”, ortak bir tarihe ya da dünyaya tanıklık eden farklı ekonomik, sosyal ve politik kesimlerden karakterlerin kısa hikâyeleri üzerinden, insanın özüne dair bir sorgulamaya gidiyor. Oyunun merkezine aldığı sistem/iktidar ile insan/özne arasındaki çatışma hâlleri, “varoluşu” diyalektik bir bütünsellik penceresinden anlatabilmek için belki de en ideal yöntem. Zira, Jean Paul Sartre’ın “bütün varlıklar içinde, kendisi için varlık olan tek canlı” olarak nitelendirdiği insan, yaşamı boyunca sonsuz varolma isteği ve sahip olduğu sınırsız özgürlük bilinciyle yaşamaya çalışırken, en çok ve devamlı olarak “iktidar” kavramı ile “özneleştirilmiştir”. Foucault’un belirttiği gibi, “öznenin ilksel koşulu, iktidara boyun eğiştir: özne iktidarla kurulur ve iktidarı da kuran öznedir… Eğer özneler tamamen iktidarın yönetiminde olur ve iktidarın üzerlerinde sonsuz ve sınırsız bir şiddet uygulayabileceği nesneler haline gelirlerse, burada artık iktidar ilişkisinden sözedilemez. Zira böyle bir iktidar ilişkilenişinde mutlaka direniş imkânı vardır” (1) Dolayısıyla, özgürlük yoksa iktidar da yoktur ve özne kendi varoluşunu ortaya koyabilmek için içine doğduğu iktidara karşı direnir. İktidar ve irade çatışması baskı yarattıkça özne, özne yaratıldıkça da iktidara karşı koyuş gerçekleşecektir.
Oyun boyunca, sistemi ve sisteme içkin iktidarı canlandıran siyah karakterin, insanı ve insana içkin farklı varoluş biçimlerini canlandıran beyaz karakterle çatışmasının her safhasında, farklı bir varoluş mücadelesi anlatılıyor. Oyun, bir özneler geçidi bağlamında, Shakespeare’in meşhur “olmak ya da olmamak” repliğinin çağa ve bu coğrafyaya uyarlanmış bir formu olarak da okunabilir. Sabit tek dekor olarak kullanılan, farklı makine parçaları, ışıklı borular, elektrik kabloları, serum şişeleri gibi objelerle süslenmiş “yönetmen” koltuğu sistemin merkezi yapısını ifşa ediyor. Karakterlerin hikâyelerini politik göndermelerle besleyen oyun, toplumsal/ekonomik dayatmalarıyla “sistemin” ve hukuksal/politik biçimi altında “iktidarın”, insani varoluşun önünde en büyük engel olduğunu gözler önüne seriyor.
Postmodern tezlerin penceresinden bakıldığında, sisteme ve onun iktidarına bağımlılığı ile açıklanabilen günümüz öznelerinin söylemleri ve eylemleri, eğer 20. asır boyunca hükmünü süren “karşı-hegemonya” düzleminden kopmuşsa, “Olmak ya da Olmamak” oyununun siyah-beyaz aktörlerinin mücadelesinde, iktidar adına korkacak birşeyin kalmadığı düşünülebilir. Tarihin ve ideolojilerin sonunu ilân eden postmodernizm, karşılıklı dönüştürmeler ve dönüşümler sürecinin bir senaryosu halinde geçen oyunun karakterlerini “nesnesiz aktörler” olarak ilân edecektir kuşkusuz.
Ancak unutulmamalıdır ki, 19. yüzyılda Marx’ın işleyişini betimlediği “kapitalizm” farklı formasyonlarla hâlâ varlığını sürdürmekte, 20. yüzyılda Gramschi’nin çerçevesini çizdiği “hegemonya” yeni yüzüyle hâlâ insanlığı kuşatmakta ve Foucault’un resmettiği, bedenlerimize kadar işleyen “iktidar,” merkezi niteliğini ve hatta nesnesini yitirmiş olsa da, özneler ve kitleler üzerindeki belirleyiciliğini davam ettirmekte. Eski iktidar biçimleri sönümlense de, bugün düpedüz şiddetinden tanıdığımız ve “Olmak ya da Olmamak” oyunu üzerinden bir kere daha çözümleme fırsatı bulabildiğimiz yeni iktidarın varlığı ve işleyiş, hayatın tüm veçhelerinde karşımıza çıkıyor. İktidarın kılık değiştirerek, belki de “iktidarsızlık” olarak tanımlanabilecek bir sürece girdiği günümüzde, “savaşın dışında/yıkımın içinde/sesler ve kelimeler birbirine karışıp anlaşılmaz hale gelirken”, eylemler ve söylemler bağlamında iktidara karşı teorik/pratik bir karşı duruş ortaya koyabilmek adına, oyunun final sahnesi muhteşem bir sorgulamaya sürüklüyor seyircilerini. Oyun, bu yanıyla, yarına dair “özgürlük düşü” kurabilmek adına, sanatın ve tiyatronun, iktidara karşı direnişin sokak pratiğine eşlik edebilen, hatta onun önüne geçebilen üstün yetenekleri olduğunu bir kere daha kanıtlıyor bize. Tam da Jacques Ranciere’in ifade ettiği biçimde: “Özgürleşme kelimesinin ifade ettiği şudur: Eylemde bulunan ile izleyenler arasındaki, birey ile kolektif yapının mensupları arasındaki sınırın belirsizleşmesi” (2)
Öte yandan, “Olmak ya da Olmamak”, Hal Foster’in tanımladığı ve bugün bu coğrafyada yakıcı bir gereksinim olarak kendisini hissettiren “siyaseti olan sanat”ın günümüzdeki başarılı örneklerinden biri: “Siyasi sanat ile siyaseti olan sanat arasında ayrım yapabiliriz: İlki retorik olarak bir kod içine hapsolmuş, ideolojik temsilleri yeniden üreten bir sanattır; ikincisiyse, düşüncenin yapısal konumlanışını ve pratiğin toplumsal bütünlenişi içindeki etkinliğini dert edinen, günümüz açısından anlamlı bir siyasal kavramı üretmeye çalışan bir sanat.” (3) Oyunun yazarı ve yönetmeni Neslihan Çakıner, sade dili ve kurgudaki başarısıyla öne çıkıyor. Sözünü söylemenin en etkili ve çarpıcı yollarını keşfetmiş genç bir yazar ve yönetmen olarak gelecek vadediyor. Aklını yeteneğiyle birleştirmekle kalmayıp entelektüel birikimini sahneye taşıyor. Oyunun meddahı Gizem Bulut, mimikleri ve beden diliyle göz dolduruyor. Karakter değişimlerinde ve danslarda aksamadan seyirciyi kendisine ve canlandırdığı öznelere bağlamayı başarıyor. Özellikle gözlerinde, yaş/statü/sınıfları farklı karakterlerin ruh hallerinin yansımasını bulabiliyorsunuz. Seyirciye duygusunu geçirmekte ve interaktif bölümlerde etkili bir oyuncu. Öte yandan, oyun boyunca kullanılan metaforlar, herbir hikâyenin öznesine ritmini üfleyerek ruhunu veren müzik seçimleri isabetli. Bu noktada yönetmen yardımcısı ve dramaturg Dilem Cengiz’i, ses tasarımında Can Yurttagül’ü, müzik seçiminde Cemre Kabaş’ı, sahne, afiş ve kostüm tasarımında Aycan Arık’ı, sanat tekniğinde Halime Dursun’u, tanıtım filmi ve fotoğraflarda Ahmet Karakaş’ı tebrik etmek gerek. İstanbul Şehir Tiyatroları’ndaki başarılı dans performanslarıyla dikkatleri çeken genç yetenek Neşe Ceren Aktay ise kareografideki olağanüstü başarısıyla özel bir teşekkürü hakediyor. Nitekim, Tiyatro Vira, ilk oyunuyla Türkiye tiyatro sahnesinde pupa yelken bir yolculuğa çıkıyor.
YAVUZ PAK
Kaynakça:
1) Foucault, Michel. “Özne ve İktidar”, Ayrıntı Yayınları, Ç:Işık Ergüden-Osman Akınay, haz: Ferda Keskin, İstanbul, 2011, s:236
2) Ranciere, Jacques. “Özgürleşen Seyirci”. Metis Yayınları, İstanbul, 2013, s:23
3) Foster, Hal. “İhlalden Direnişe”. Sanat, Siyaset. Ed.: Ali Artun, İletişim Yayınları, İstanbul, 2011, s:151
www.dirensanat.com