Ancak film, “ciddi biçimde”, popülizmin girdabına sürüklenerek kendi iç dünyasının hezeyanlarına kapılan, “star ışığıyla” sarhoş olan ve herşeyi kendisinin imgesi olarak algılayan bir sanatçının “cehaletini” ve “erdemini” sorgulamaya açıyor.
İnsanlık tarihinin belki de en önemli zihinsel yarılması, bundan 2500 yıl kadar önce Antik Yunan’da yaşanır. Bu yarılma, kendisini politikadan sanata kadar her alanda hissettirirken, ilâhi olanla dünyevi olan, karakterle kader, canla beden, cehaletle bilgi, ama en temelde, “sonlulukla sonsuzluk” arasındaki bu çelişkilerle bir hesaplaşma çabası, daha da önemlisi bu çelişkileri aşma ya da onlara biat etme arasında bir çekişmeye sahne olur düşünce tarihi. Platon, “aklı” ve “bilgiyi” kutsar; sanatı, insanlığın zorba iktidarların boğucu havasından kurtulacağı ideaların görkemli tahtına çıkarmaya çabalayarak, mimetiğe ve savaş açar. O’nun kifayetsiz talebesi Aristotales ise, mimetiği yücelterek, inşa ettiği baskıcı tragedya sistemine “katharsisi” -arınma- monte eder. Katharsis, tragedyanın ve onun sunduğu “trajik olan”ın insanlara verdiği haz ve acıma duygularından beslenir ve düşünceyi idea’ların bilgisinden uzaklaştırır. Hedonizme yönelttiği insanları, kitlesel “sanılara” sürükler. Böylelikle, sanatı, iyiye ve güzele ulaşma faaliyeti olarak tanımlayan Platon’un aksine, Aristotales insan için değil, iktidar için kullanışlı bir sanat felsefesi geliştirir.
Platon-Aristotales paradigması, o günden bugüne dallanıp budaklanarak varlığını sürdürür. Aristotales, sitenin egemenlerine hizmet vermiş bir filozof olarak, kapitalizm oluşmaya ve burjuva sınıfı şekillenmeye başlayana kadar, önce Roma’nın imparatorları, sonra kilise papazları tarafından kabul görür. Sanata dair fikirlerinin yeraldığı eseri Poetika, 1535’de yeniden keşfedilerek, Rönesans döneminde de baş tacı edilir. Ve Aydınlanma felsefesinin hükmünü sürdüğü modern çağda, yeni iktidar “burjuvazi” için can simidi olmaya devam eder. Tüm bu çağlar boyunca, “Platon’un, sanatın edilgenleştirdiği demokratik ve cahil topluluğunun yerine, kimsenin hareketsiz bir “seyirci” olarak kalmadığı, herkesin bir topluluk ritmine göre hareket etmek zorunda olduğu, koreografisi “akıl ve erdemle” çizilmiş bir kolektif dansı öneren fikirleri ise,” (1) iktidar katından uzak tutulur.
BIRDMAN filminin temasını oluşturan “star kültü” ve “popülizm”, işte bu arkaik zemin üzerinden yükselir ve nihayet 19. yüzyılda, Aristolalesçi katharsisi zirveye taşıyacak olan, Birdman’in “ilk atalarına” rastlanır. Modernizme içkin “romantizm”, Beethoven’a tarihin ilk “süperstarı” olma payesini biçer ve ardılı pekçok ressam, yazar, oyuncu ve müzisyeni “şöhrete” boğar. Kimselerin tanımadığı, hatta birçoğunun mezar yeri bile belli olmayan, Mozart, Haydn, Pontorno, Monet, Gauguin, Van Gogh, Proust gibi sanatçıların tek suçları yanlış zamanda dünyaya gelmiş olmalarıdır(!) Aynı yıllarda, Kant’ın, “sanatın doğa gibi görünmesini sağlayan, yani her sanat için gerek duyulan “amaçlı” tasarımı, ‘amaçsız’ hale getiren şey sanatçının üretici yetisi, dehasıdır.” (2) sözleri, romantizmin ve popülizmin felsefi tohumlarını atar. Sanatçıları, insanüstü yeteneklere sahip birer “deha” olarak nitelendirerek “kutsama seremonisi” başlamıştır artık sanat tarihinde.
Bu süreçte, sanatçı popülerleştirilirken, sanat-toplum ilişkisi Platon’un felsefesinin tam tersine bir tarihsel dönüşüme uğramış, sanatçı ile sanat yapıtının muhatabı olan topluluk arasındaki mesafe giderek açılmış ve derin bir uçuruma dönüşmüştür. Guy Debord’a göre “popülizm gösterinin hükümranlığıdır ve görüşde dışsaldır, yani benliğinden yoksun kalmaktır.Seyreden insanın hastalığı şöyle ifade edilebilir: Seyre daldıkça, daha az varolur”. (3) Günümüzün gösteri toplumunda yaşayanların durumu, Platon’un mağarasında zincirlenmiş tutsakların durumuyla aynıdır: Gölgelerin gerçeklik, cehaletin bilgi, yoksulluğun zenginlik ve sanatçılığın “starlık” olarak kabul edildiği karanlık mağara! BIRDMAN’in farklı veçheleri ile sergilediği bugünün “gösterinin yasası”, popülizmin yarattığı starları kutsamak ve metalaştırıp tüketmek üzerine kuruluyor. Metanın iktidarını, gösterinin hükümranlığını ve iktidarın pornografisini yarattığı bu süreçte, süper/megastar ikonları üzerinden süreklileştiren “starlık sistemi”, gözleri kamaştırarak kör ediyor.
Modernist sanatın tarihi, Aristotales’in yolundan giden bu türden hastalıklı ekollerin olduğu kadar, Platon’un izini süren ve zaman zaman sistemin sınırlarına vuran “avangard” sanatın başkaldırılarına da tanıklık eder. Aydınlanma felsefesinin, bir yandan faşizm gibi ideolojilere yol açarken, diğer yandan komünizm gibi sistemi ortadan kaldırmayı hedefleyen ideolojiler için zemin hazırlaması gibi, modern sanat da sistemi ve hatta kendisini hedef alan avangard akımları potansiyel olarak bünyesinde taşır. Postmodernizmin, modernizmi tüm sonuçlarıyla birlikte ortadan kaldırma çabasının merkezinde bu tehlike yatar. Üçüncü binyılda, insanlığı Ortaçağ’ın karanlığına götürme çabası, postmodernizin modernizme ilişkin hafızayı, onu yaşatan aklı, dili, sembolleri, bulanıklaştırarak silme gayretkeşliğinin başat nedenidir. Eşzamanlı olarak, bu süreç, sanatı özerkleştiren, politikleştiren “avangardla” kıyasıya mücadele ediyor. Fredric Jamerson, Holywood egemenliğine giren sinema dünyasında “modernliğin ölümünün” aynı zamanda “politikliğin de ölümü” olduğunu yazar: “Artık radikal toplumsal alternatifler öneren 1960,1970’lerin sinemasının hayalgücü yokolmuştur. Postmodernizm, demokratik bir proje olarak politik ve toplumsal dönüşümden sözedebileceğimiz bir sözcük hazinesi dahi sunmaz. Onsuz demokratik tartışmanın olanaksız hale geldiği “eleştirel düşünceyi” tasfiye eder.” (4) Tarihin en büyük diktatörlerinden Büyük İskender’in danışmanlığını yaparak, hocası Platon’a ihanet eden Aristolateles’in takipçilerinin, zaferden zafere koştuğu bir zaman dilimindedir şimdi sanat dünyası.
Bu çağda, artık ne avangardın başından beri sürdürdüğü gibi “burjuvaziye”; ne 1848 devrimi öncesindeki gibi “topluma”; ne de 1920’lerdeki gibi “sanata” başkaldırısından sözedilebiliyor. Öte yandan, “postmodern avangard sanatçılar” da artık öncelleri gibi lânetli, asi, hayalperest, ya da anarşist olmak yerine, bahşedilen akademik ödüllerin kovalayıcısı konumuna düşürülüyorlar. Bir stilden diğerine geçip dururken herhangibir hesaplaşma, politik bir kaygı gütmeyen, eleştirel, sorgulayıcı, tartışmacı yanı sistemin sınırlarına çekilerek örselenen ve sanatı şaşaalı bir şova dönüştürülen “uslu çocuklara” evriliyorlar. Sonuçta, “Postmodern avangard, yaratıcılığı sadece bir baştan çıkarma, bir mutasyon vakası olarak kendi deneyimlerini geliştirmeyi hedefliyor.” (5)
Nitekim, Inarritu, sınıf savaşlarının kültür savaşlarına; ekonomi politiğin de kültürel politikaya dönüştüğü bir çağda kendi deneyimlerini icra ediyor. Vaktiyle, Adorno, “Kültür endüstrisinin propagandasını yaptığı uzlaşı, kör, aydınlatılmamış otoriteyi güçlendirir” (6) derken, Platon’un rasyonalizminden Aristotales’in irrasyonalizmine savrulan kültürel politikalara vurgu yapmıştı. Kültür endüstrinin, kendi kutsallarıyla, din adamlarıyla, ritüelleriyle bir din haline geldiğini söyleyen ise sanatçı Jean Dubuffet olmuştu: “Kültür, vaktiyle dinin tuttuğu yeri alma yolunda. Tıpkı din gibi şimdi onun da rahipleri, peygamberleri, azizleri, yetkililerden oluşan organları var. Taç giymeye göz diken fatih, artık halkın önüne yanında piskoposla değil, Oscar gibi ödüllülerle çıkıyor. (7) Belli ki, postmodernizm artık apaçık bir biçimde, halkın afyonu haline gelen kültür endüstrisine eklemlenmeyen son kaleleri de düşürmeyi planlıyor: metalaştırarak, ehlileştirerek ya da yok ederek…
Inarritu, daha önceki filmlerinde, -Paramparça Aşklar Köpekler (2000), 21 Gram (2003), Babil (2006) ve Biutiful (2010) – paralel montajlarla beslediği çok katmanlı ve dinamik bir kurgu, yalın ve gerçekçi bir üslûp, toplumsal içeriği göz ardı etmeyen ve sınıfsal temalara dokunan ince, derinlikli bir simgesel anlatım, merkezine aldığı “öteki” olgusunun üzerine biraz şiddet ve hafif metafizik serpiştirtiği, “Platoncu akıldan” izler taşıyan işler çıkartmıştı. Filmleri içinde Holywood’un yapısına en çok yaklaşan ve sanatı metalaştırıldığı kültür endüstrisinin simgesi Oscar’ları “kucaklayan” BIRDMAN’de ise paradoksal biçimde, yeni bir yapı inşa ediyor: Sekans sahnelere yönelerek, çoklu karakter yapısıyla beslediği çoğulculuktan uzaklaşan, toplumsalı dışlayıp kamerasını postmodernizmin kutsadığı bireye çeviren, sınıfsal temaları görmezden gelen, hedefine koyduğu gösterişli, ışıltılı ama metalaşarak derinliğini yitirmiş sanat dünyasının tavrını bizzat kendi gösterişli görselliğiyle yeniden üreterek “Aristotaleçi katharsisi” kutsayan, görece sığ ve kaba bir üslûp kullanarak derinliğini yitiren, metafizik sahnelere çok daha geniş bir alan açan, çarpıcılığını arttırmak adına egosantrik yönetmenlik hamleleri uygulayan, ve toplamda eleştirdiği düzenin bir parçası haline gelen bir “komedi”. Ancak film, “ciddi biçimde”, popülizmin girdabına sürüklenerek kendi iç dünyasının hezeyanlarına kapılan, “star ışığıyla” sarhoş olan ve herşeyi kendisinin imgesi olarak algılayan bir sanatçının “cehaletini” ve “erdemini” sorgulamaya açıyor. Velhasıl, “Kendimi bu işe adayacaksam, komedi bana filme bıçak saplamak gibi bir his veriyordu” (8) diyen Inarritu, ilk komedisiyle gerçekten sinemasını bıçaklıyor. Israrla, BIRDMAN’in kendisi için “bir özgürlük ve kurtuluş ifadesi” olduğunu söyleyen bu “postmodern avangardın” yaman çelişkisine ise, “aklın beklenen erdemi”nin yanıtını erdemin filozofu Spinoza veriyor: “Erdem yerine ödül verilenler, özgür insanlar değil; kölelerdir.” (9)
YAVUZ PAK
Kaynakça:
1- Rancière, Jacques. “Özgürleşen Seyirci”. Metis Yayınları, İstanbul, 2013, s:14
2-Altuğ, Taylan. “Kant Estetiği”. Payel Yayınları, 2007, İstanbul, s: 148
- 3- Rancière, Jacques. a.g.e. s:43
- 4- Artun, Ali. “Çağdaş Sanat ve Kültüralizm”. İletişim Yayınları, İstanbul, 2013, s:28
- 5-Bürger, Peter. “Avangard Kuramı”, İletişim Yayınları, İstanbul, 2013, s:24
- 6-Adorno, Theodor W. “Kültür Endüstrisi Kültür Yönetimi”, İletişim yayınları, İstanbul, 2007 s:59
- 7-Dubuffet, Jean. “Boğucu Kültür” Dost Kitabevl Yayınları, Ankara, 2005, s:34
- 8-http://zete.com/inarritu-birdman-benim-icin-bir-kurtulus-ve-ozgurluk-ifadesi-oldu/
- 9-Spinoza, Benedictus “Tractatus Politicus-Politik İnceleme”, Dost Kitabevi Yayınları, Ankara, 2007, s:28