ÜÇ TEKERLEKLİ ARABA

Son üç yıldır, Anadolu’nun farklı şehirlerinde, her ay bir devlet tiyatrosu oyunu izliyorum. Geçtiğimiz günlerde, Malatya’ya turneye giden Sivas Devlet Tiyatrosu’nun “Üç Tekerlekli Araba” oyununu izleme şansı yakaladım. Oyun beni o kadar derinden etkiledi ki, daha önce Bursa, Diyarbakır, Van, Ankara, Adana gibi şehirlerde beğeni ile izlediğim ve anılarını hafızama nakşettiğim oyunlardan farklı olarak, bu oyuna dair izlenimlerimi yazıya döküp tarihe nakşetmezsem Dionysos’a ihanet etmiş olacağımı düşündüm.

YAVUZ PAK
YAVUZ PAK

Sivas DT’nin sahnelediği, grotesk tiyatronun en önemli isimlerinden, İspanyol Fernando Arrabal’ın yazdığı, Özcan Özer’in Türkçe’ye kazandırdığı “Üç Tekerlekli Araba”yı Nesimi Kaygusuz yönetiyor. Arrabal’ın grotesk söylemini, aynı sarsıcılıkla ve büyük bir başarıyla sahneye taşıyarak yaratıcılığının gücünü bir kez daha kanıtlayan Kaygusuz, geçen yıl kazandığı 15. Direkler Arası Seyirci Ödülleri En İyi Yönetmen ödülünü fazlasıyla hak ettiğini ve gelecekte Türkiye tiyatrosuna daha büyük katkıları olacağını ortaya koyuyor. Oyunda, Can Atak, Selçuk Veysel Zurnazanlı, Begüm Atak, Mustafa Yıldıran, Onur Kayabaşı, Neyra Karaböcü ve Gökkan Doymuş’un rol alıyor. Son derece sade, doğal ve samimi bir oyunculuk anlayışıyla, zorlu bir dekor üzerinde fiziksel kapasitelerini sonuna kadar kullanan ve canlandırdıkları karakterlerin psiko-sosyal yapılarını içselleştirmeyi çok iyi başaran oyuncular, ayakta alkışlanmayı hak ediyorlar. İtiraf etmek gerekirse, İstanbul’da eşine az rastlanabilecek olağanüstü performansları, Malatya’da, Sivas DT oyuncularında görmek hem şaşırtıcı hem de çok büyük bir mutluluk kaynağı oldu tiyatromuz adına. Oyunun teması ve Kaygusuz’un yorumuyla bütünleşen dekor tasarımında Özlem Karabay’ın, kusursuz ışık tasarımında Yüksel Aymaz’ın ve müziğiyle başından sonuna dek oyunun ritmini ve duygusunu vermeyi başaran Eflatun (Kaan Özdemir) bu unutulmaz oyunun perde arkasındaki mimarları.                                                                                                           Arrabal’ın erken dönem oyunlarından ve orijinal adı “El Triciclo” olan oyunun çocuksu karakterleri, üç tekerlekli bir bisikletin kirasını ödeyebilmek için paralı bir adamı tüm saflıklarıyla öldürüyorlar. Oyun, bu hikâye üzerinden ekonomik/politik/toplumsal eşitsizliklerin yarattığı uçurumları çarpıcı bir biçimde sergiliyor. Yaşamın kıyısında, küçük umutlarla varolmaya çalışan insanların, düşlerinin bedelini ölümle ödemeye mahkûm edilmeleri, adalet, hukuk ve özellikle “hak” kavramını tarihsel/evrensel veçheleriyle tartışmaya açıyor. Bu bağlamda, Sophokles’in Antigone oyunundaki doğal hukuk/pozitif hukuk paradoksunun çağdaş ve grotesk bir versiyonu “Üç Tekerlekli Araba”.       _tekerlekli_araba_3

Hukuka karşı haklar… Köken olarak aynı olan “hukuk” ve “haklar”ın ortak kaynaklarını doğal hukukçular bir yerde, pozitif hukukçular başka bir yerde bulurlar. Doğal hukukçular da pozitivistler de hukuk ve hakların kaynağında bir yaratıcı ararlar. Doğal hukukçular kaynağa Tanrı ya da doğayı oturturken, pozitivistler kaynağa devleti oturturlar. Ama kaynak ne olursa olsun, başvurulan yöntem farksızdır. Hakları Tanrı’ya, doğaya ya da devlete göndererek açıklama ve anlamlandırma çabası, açıklanmaya çalışılanı, açıklayan karşısında ikincil kılan bir yüceltme işlemidir. Hakkı hak yapan, kendiliğinden sahip olduğu bir özellik değil, gönderildiği kaynağın önemidir. Bu bağlamda göndermeler, kaynak farklı olsa bile, kaynağın benzer biçimde kutsallaştırıldığını gösterir. Bu yüzden pozitivistlerin devleti Tanrı’nın yerine oturturken yaptıkları da doğal hukuk yanlılarının Tanrı’yı kutsarken yaptıklarından farklı değildir: “Aşkınlaştırma işlemi”.

Tarihte, hak kuramının mihenk taşlarından biri olan Spinoza ise, “içkinlikçi” yaklaşımıyla ve göndermesiz açıklamalarıyla üçüncü bir yolu seçer ve “Üç Tekerlekli Araba”nın açtığı tartışmaya yeni bir kapı aralar. “Spinoza’nın yaklaşımı, göndermesiz bir hak kuramının temellerini atarken, hakkın kaynağına ilişkin geleneksel arayışın sonu demektir. Bundan böyle, hakkı kendisiyle açıklama çabası, hakkın somutlaştırılması, maddileştirilmesi, ama bu yapılırken de belki onun yerine bir başka kavramın geçirilmesi demek olacaktır: Doğrudan doğruya tekil hayatı, yaşama istencini ya da bedenin varolma ısrarında beliren gücü dile getiren bir kavram… Bu durum, insanı başka tekil varlıkları da içeren biçimde aşan bir hak-güç-beden çerçevesi oluşturmasına yol açarak tüm varlıkların –hak ve özgürlüklerinden çok- “özerkliklerinden” sözedilebilmesini sağlayacaktır.” (1) Nitekim, “üç tekerlekli araba”, yoksulluğun ve yoksunluğun somutlaşmış bir hak/talep/gereksinim sembolüdür ve tekil varlığın “özerkliğine” işaret eden yaşamsal bir öneme haizdir. Kendi tikelliğinde bir “hak”kı çağrıştıran bu araba, bedenin varolma ısrarıyla (conatus) belirlenmiş gücü ile elde edilebilir ancak: Hak, güce içkindir bu bağlamda.

Belki de, oyunda olduğu gibi, kimsenin bir hakkı ya da gücü kimseden almadığı, doğadan aldıkları güçleriyle biraraya gelen insanlar, aynı zamanda haklarını da –onlardan vazgeçmeden- biraraya getirebilirler. Güçlerin birlikteliğiyle oluşturulan, farklı karakterlerin kendi tikellikleri içinde, dengeli biçimde birbirleriyle iletişime geçmelerini sağlayacak bir sistem, alternatifi olmayan bir rejim olarak “düşünsel/bedensel özerkliğin” temel ilkeye dönüştüğü bir düzeni oluşturabilir. Platon’dan bu yana, insanlığı iktidar belâsına sürükleyen aile, devlet ve özel mülkiyet kavramlarının tarihin çöplüğüne gömüldüğü, sınıfsız bir toplumsal yapı, bu biraraya gelişin en sağlam zemini olarak düşünülebilir. Oyunda, sahnenin merkezinde yeralan ve denize açılan devasa boru, bir yanıyla dört ana karakterin yaşadığı sefil ortamı vurgulamak üzere bir kanalizasyonu, diğer yanıyla da ortak yaşamın kaynağı olan “rahim”i simgelerken, mülksüzlüğün imgeleriyle dolu dekor ve kostümlerle tamamlanıp bütünleşerek böylesi bir yaşamsal zemini sahneye taşıyor. Ve bu zeminde, “sahip oldukları” ilk ve tek mülk olan üç tekerlekli araba, insanların sonlarını getiren bir lânete dönüşüyor.

tekerlek 2

Arrabal’ın oyunlarını değerlendiren Esslin, yazarın dünyasının şöyle açıklar: “Arrabal’ın groteskinin gücü, varolmanın gizlerini deşen, felsefecinin umutsuzluğundan değil, karakterlerinin insanın durumunu çocuksu bir yalınlığın anlamayan gözleriyle görmesinden gelir. Karakterleri çocuklar gibi çoğu kez acımasızdırlar, çünkü bir törel yasanın varlığını anlamada, hatta ayrımına varmada başarısız olmuşlardır ve çocuklar gibi dünyanın acımasızlığını anlamsız bir keder olarak yaşarlar.” (2) Benzer biçimde, oyunun finalinde polis geliyor ve pek de şaşırtıcı olmayan bir biçimde, diğer insanların anlayamadığı bir dille konuşmaya başlıyor. Masum cinayetler dünyası ile yetişkin zorbaların uyuşmazlıkları arasındaki eşitsizlik groteskliğe neden olurken, yasanın sahibi iktidarın, tarihsel şiddeti karşımızdadır artık: İnka İmparatorluğu’nda kralın bedensel varlığının kutsallığı işlevinin kutsallığı içinde erir. Böylelikle kral, bedensel, somut varlığıyla bir uygulayıcı, işlevsel, soyut varlığı ile de “yasa” söyleyen halini alır. Silâhlı güçleri kendisine bağlayan, yasalardan oluşan bir iktidar piramidi kuran kral, politik iktidarı tümden ele geçirir. O, artık elinden kılıcı, yasalarla dünyayı düzenler. Yasayı belirlemek ve yasaları çiğneyenleri lânetlemekle yetinmez, kelle ister. Toplumun kendiliğinden, yaygın sosyal denetimine boyun eğmekten vazgeçer, “politik iktidarı kullanan”a dönüşür. Kral, temsil ettiği güç adına, toplumda kan davası güdebilecek tek kişi olur ya da bir adalet tekniği olarak kan davasının yerini meşru şiddet kullanma tekeli alır.” (3) Haklara ve özgürlüklere dair tüm tartışmalar sona ermiştir artık. Yaşam hakkı ellerinden alınan masumlar ve arkalarından gözyaşı dökerek kalan yaşamlarına devam etmek zorunda bırakılanlar… Ne kadar tanıdık değil mi? İşte tiyatronun gücü, tam da buradadır, başka bir yerde değil…

Sivas DT, herşeyden önce grotesk bir oyununu sahneye taşıyarak, bugün bu topraklarda tiyatro adına çok değerli bir adım atıyor. Zira “grotesk”, her türlü temsilden ve toplumsal rolden uzakta bir tür serbest alan yaratmak için; verili olanı, kabul göreni, alışıldık, bildik ve güvenli olanı, kimi zaman yıkan ama çoğunlukla yerinden eden, sarsan, hırpalayan yanıyla belki de, yeniden düşünülmesini, tamamen gözden çıkarılmasını talep eden güçlü bir ifade aracıdır. Toplumsal yaşantıda anarşist hareketler, politikanın geleneksel biçimlerini en köklü ve radikal şekilde sorguluyorsa, grotesk de düşünmenin geleneksel biçimlerine karşı bir saldırı olarak algılanır. Bırakın doğal hukukun derinliklerini, pozitif hukukun dahi sorgulandığı ve sanatın postmodern “anlamsızlığın” karanlığına itildiği bir çağda, “anlamlı, sözü olan” grotesk bir oyun tarihsel bir öneme sahip. Çünkü, yoksullaştırılmış ve sadakaya alıştırılmış bir toplumun postmodern sanatın anlamsızlığına ihtiyacı yoktur. Baudrillard boşuna söylememiştir, “sanatın anlamından kopan yönünün sanatın ölmesine neden olduğunu”. “Üç Tekerlekli Araba” oyununa emeği geçen herkese, hem yarattıkları muhteşem “tiyatral estetik” hem de bu coğrafyanın sanatına sundukları “can suyu” için sonsuz teşekkürler…

YAVUZ PAK

 

Kaynakça:

  • Akal, Cemal Bâli, “Varolma Direnci ve Özerklik”, Dost Kitabevi Yayınları, Ankara, 2004
  • Martin Esslin, Absürd Tiyatro, Çev.: Güler Siper, Ankara: Dost Kitabevi Yayınları, 1999
  • Akal, Cemal Bâli, “İktidarın Üç Yüzü”, Dost Kitabevi Yayınları, Ankara, 2012

Bir Cevap Yazın

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.