Sartre’ın ünlü sözünü hepimiz biliriz: “Cehennem başkalarıdır”. Dışımızdaki insanların değer yargıları, “başkaları ne der?” düşüncesi, başkalarının üzerimizden ayrılmayan acımasız, yargılayıcı bakışları yaşamı cehenneme çevirir. Eğer genel geçer yargılara aykırı davranıyorsanız, hemen “anormal” olmakla suçlanırsınız. Özgürlükleriniz kısıtlanır, giderek içinize kapanırsınız.
İşte, Küheylan’ın başkişisi Alan Strang da bu çıkmazın içindedir. Dahası, annesinden aldığı eğitim sonucu, daha çocukluğundan beri herşeyi gören, herşeyi duyan bir tanrının göz hapsindedir. Odasının duvarında İsa’nın çektiği acıları gösteren bir resim asılıdır ve İsa kendisini izlemektedir. Dindar annenin duvara böyle bir resim asmasını asla onaylamayan ateist ve solcu baba da bu resmin üzerine bir at başı resmi asar. Alan’ın odasında yeni bir tanrı vardır şimdi ve bu tanrı da gözlerini asla üzerinden ayırmamaktadır. Dora Strang da, Frank Strang da bütün anne ve babalar gibi çocukları için en doğruyu yaptıklarını sanmaktadırlar.Ne ki, attıkları her adım, inançları arasında parçalanan, ilk gençliğin, delikanlılığın gereksinimleri içinde bocalayan Alan’ı giderek bir çıkmazın içine sürükler. Alan kendisine düşman bir toplumsal düzen içinde varolmaya çabalamaktadır. Kendi doğrusunu genel doğru sanan bu düzen onun içindeki tutkuyu yok etmeye çalışmaktadır. Bu nedenle de Alan, bu düzene karşı geldiği için uyumsuz bir karaterdir. Ancak Küheylan’la birlikteyken, onunla tek vücutken mutludur Alan. Çünkü Küheylan tanrıdır, babadır, gerçekleştiremediği düşlerdir, hızdır, özgürlüktür. Ahırda bir kızla sevişmeye kalktığında da atların gözleri üzerindedir. Bu yüzden gerçekleştiremez ilk cinsel ilişkisini. Atlar sanki kendisini izlemektedir, tanrılar kendisini izlemektedir, cinsel başarısızlığının da tanığıdırlar. Bu yüzden yapabileceği tek şey vardır: tanrıların gözlerini yok etmek. Dr. Dysart, atların gözlerini oyduğu, bu yüzden tedavi edilmesi için hakim hanım tarafından kendisine getirilen Alan’ı tedavi edip “normalleştirmeye” çalışırken yalnız hastasını değil, mesleğini de sorgulamaya başlar. Dr. Dysart da gerek işinde, gerekse aile hayatında büyük bir tatminsizlik duygusu içindedir. Bu tatminsizlik duygusu onu mesleğinin anlamını sorgulamaya itmektedir.
Oyuna genel anlamıyla baktığımızda, asıl sorgulamamız gerekenin Alan mı, yoksa bir türlü çözemediği, içinden çıkamadığı mesleki çelişkiler içindeki Dr. Dysart mı olduğunu görürüz. Alan’ın dramı bir ruh hastasının dramı değildir, kendi doğrusunu arayan, yanlış öğretilerin kurbanı olmuş, toplumla uyum sağlayamayan, birey olamamanın mücadelesini veren insanın dramıdır.
Peter Shaffer’ın bu ünlü eseri yılları geride bırakırken eskimek bir yana, günümüzde giderek daha büyük bir anlam ve önem kazanmakta. Oyunu Sevgi Sanlı’nın yıllar önce dilimize çevirdiği, canlılığını hâlâ hiç yitirmemiş muhteşem türkçesinden izliyoruz. Felsefe ve psikoloji gibi konular işleyen oyunların çevirilerinde, ne yazık ki, genellikle bir kuruluk söz konusu oluyor. Sevgi Sanlı’nın bu usta işi çevirisinde kulağı tırmalayan tek bir sözcük yok, oyuncuları zorlayan tek bir cümle yok. Kuruluk bir yana işveli bir dil var.Su gibi akıp giden, dilimizin inceliklerinden başarıyla yararlanmış, bize özgü deyişlerin çeviriye büyük başarıyla yedirildiği örnek bir çeviri bu.
Oyunu Uygar Özçelik yönetmiş. Peter Shaffer’ın en küçük ayrıntısına kadar anlattığı reji notlarını, yönetmeni adeta zorlayan, baskı altında bırakan bu notları bir kenara atarak çok farklı, o denli de yaratıcı bir reji gerçekleştirerek Küheylan’ı çok daha kolay anlaşılır kılmış. 3D animasyon ve mapping teknolojisini kullanarak oyuna ayrı bir boyut katmış. Örneğin, Dr. Dysart’ın gördüğü rüyalar çok anlamlıdır. Çelişkilerinin temelini bu rüyalarda buluruz. Bu rüyaların çok başarılı bir çekim ve teknikle ekranda yansıması, imgelemimizin ötesine geçerek, seyirciyi etkilemesi bir yana, sözkonusu rüyaları daha kolay ve doğru anlamamızı sağlıyor.
Küheylan bütün rollerin etkileyici olduğu, yorumlanması zor ama oyuncusuna büyük olanaklar sağlayan bir oyun. Bu oyunda, her şeyden önce, tüm oyuncular arasında büyük bir birliktelik görüyoruz. Dr. Dysart’ta Tamer Levent yılların deneyimini ve birikimini sergiliyor. Etkileyici sesinin de yardımıyla rolünü iyi oynamasının ötesinde, Dr. Dysart’ı, bir kasaba psikiatrını abartıdan uzak, en doğru biçimiyle yansıtıyor. Asıl önemli olan da bu. Alan Strang’da Yağız Can Konyalı’yı genç yaşına rağmen tam bir virtüoz oyuncu olarak görüyoruz sahnede. Çok zor, bıçak sırtı bir rolü en ince ayrıntısına kadar özümsemiş. Sesiyle, fiziğiyle tam hayal edilen bir Alan Strang. Yağız Can Konyalı’yla tiyatromuzun çok yetenekli bir oyuncu kazandığına eminim. Onu bundan sonra da çok başarılı rollerde izleyeceğimden emin olduğum gibi.Elif Erdal, Şener Savaş, İpek Tenolcay, Gözde Çığacı ve Asil Büyük özçelik neyi niçin oynadıklarını çok iyi bilen, rollerini çok iyi özümsemiş, çok iyi yorumlayan oyuncular.
Şirin Dağtekin Yenen dekor tasarımında genellikle gri rengi kullanarak, bu insanların hayatlarında ak ve karanın olmadığını, yalnızca tek bir rengin olduğunu, tekdüzeliklerini ve birörnekliklerini vurgulamak için gri rengi tercih etmiş. Kostümlerde de bu anlayışla olsa gerek, hep pastel renkler kullanmış. Yalnızca hayat dolu, genç kızlığını yaşayan Jill Mason’la hakim hanımın giysileri canlı ve renkli. Oyunun yorumuyla bütünleşen başarılı bir dekor kostüm yaratısı.
Küheylan, Sadri Alışık-Çolpan İlhan tiyatrosu’nda izlediğim Frankeştayn’la birlikte bu yılın en önemli yapıtlarından. Alan’ın terapisi, “hastalığının” tedavi seansları bizi kendi kendimize daha derinden bakmaya, kusurlarımızı, dünyaya ve diğer insanlara bakışımızı sorgulamaya yönlendiriyor. Oyun çıkışında Dr. Dysart’ın sözleri yankılanıyor kulaklarımızda: “Bir tutkuyu tedavi edebilirsiniz ama bir tutku yaratamazsınız.”
Küheylan bu yılın kaçırılmaması gereken bir tiyatro şöleni.
YAŞAR İLKSAVAŞ