Zehra İpşiroğlu ile Söyleşi
Bu yıl Duygu Asena ödülü alan Haneye Tecavüz, şu günlerde kadın ve şiddet gibi çarpıcı bir konuya parmak bastığı için çok ilgi görüyor. Siz de bir kitap tanıtım etkinliğinde Fatmagül Berktay’la birlikte romanı ve ardındaki dinamikleri farklı açılardan irdelediniz. Toplumsal cinsiyet temasına odaklı ve ataerkil sistemin çeşitli hallerinin görünür kılındığı, sosyo-ekonomik, sınıfsal ve kültürel ard alanları bireysel yaşamlar yoluyla deşifre ettiğiniz bu son çalışmanız, yarı belgesel bir roman.
Romanda altı farklı kadın ve bir transın yaşam öyküleri kendi ağızlarından anlatılıyor. Ancak çok katmanlı bir kurgusu, zamanı ve mekânları olan bu roman bence sadece roman olarak kalmamalı, bir tiyatro eserine dönüşmek üzere uyarlanmalı diye düşünüyorum. Çünkü anlatı özelliğine karşın, içinde tiyatral olanaklara açık, çok zengin ve ilginç bir malzeme barındırıyor. Üstelik seyircisiyle kuracağı dolaysız bir iletişim çok daha dinamik, güçlü bir etki ve farkındalık yaratabilir gibi görünüyor.
Son sıralarda gördüğüm iki oyun bu fikrimi destekler nitelikte. Seray Şahiner’in kaleme aldığı Antabus adlı romandan uyarlanan aynı adlı oyun, sahnede, tiyatral olanın katkısıyla seyirci üzerinde, yazılanlardan çok daha güçlü bir etki bırakmayı başararak, seyircinin farklı bir deneyim ve farkındalık yaşamasına neden oldu. İkincisiyse, bu yıl 20. gerçekleşen İKSV Uluslararası Tiyatro Festivali’nde sergilenen, yine belgesel tiyatro örneği olan Her Gün Biraz Daha ( Ham Hâvayi) adlı oyun. İran’ın son 30 yılına yayılan bir zaman diliminde üç farklı kadının kendi yaşam öykülerini paylaştıkları anlatı tiyatrosu gerçekten oldukça etkileyici bir kadın oyunuydu. Haneye Tecavüz özellikle bu oyunla çok fazla paralellik barındırıyor. Buradan vardığım kanı, kadın oyunlarında, özellikle de oyunların gerçeklerden beslenen bir belgesel niteliği varsa anlatı biçiminin gerçekten etkili olması. Tabii konunun ya da öykünün önemli olduğunu düşünmekle birlikte biçimsel olarak da doğru kotarılabilmesi koşuluyla. Çünkü herkes kadın öyküsü anlatabilir ama biçim olarak doğru kalıbı bulamazsa anlatılanların özü ve mesajı değişebilir. Hatta etkisi istenenin tam tersi bile olabilir.
Bu nedenle, ben bu söyleşiyi başka bir odağa kaydırmak ve bu romanın oyunlaştırılması olasılığı üzerine birlikte düşünce üretmek, gerekirse sizinle tartışmak niyetindeyim. Bu durumda sadece soru sormak değil, romanın tiyatro diline çevrilirken, hem kurgu ve içeriğinin hem de biçim ve oyunculuk tekniklerinin nasıl düşünsel ve görsel olanaklara sahip olduğunu irdelemek ilginç olabilir diye düşünüyorum. Belki de bir çeşit ön dramaturji çalışması sayılabilecek bu süreç, ileride oyunu yönetmek isteyenlere de farklı pencereler açabilir
Önce romanla ilgili genel bir soru sormak istiyorum. Roman kahramanlarının kurgulanması, aşağı yukarı on yılı alan röportaj çalışmalarınız, kadın araştırmalarınız ve toplumsal cinsiyet üzerine çalıştığınız projelerinize dayanıyor. Ancak özellikle şiddet bu çalışmaların o kadar merkezine oturdu ki, neden diye soracağım.
Kadına karşı şiddetin üst düzeyde yaşandığı bir ortamın içindeyiz. Şiddet her zaman vardı ama bugün doruğuna ulaşmış durumda. Önce yağmur yağıyordu, sonra sağanak, bugünse bir dolu fırtınasına yakalanmış gibiyiz. Böyle bir ortamdan etkilenmemek mümkün değil. Ben de yıllardır toplumsal cinsiyet konusuyla yoğun bir hesaplaşma içindeyim. Son yıllardaki yayınlarım ‘’Özgürlük Yolları’’, Aydınlanan Yollar, Kadınların ‘’Gözüyle Yazmak ve Yaşamak’’, ‘’Tabular, Korkular ve Kadınlar’’ kitaplarımda hep değişik açılardan bu konu üstünde duruyorum. Bu çalışmalarımın hepsi gerçek yaşam öykülerine dayanıyor, farklı coğrafyalarda ve farklı toplumsal katmanlarda yaşayan kadınların ya da kız çocuklarının öyküleri bunlar. ‘’Haneye Tecavüz’’de ise farklı biçimlerde şiddeti yaşayan kadınları anlatıyorum. Bu kitapta belgesel bir roman kurgusu çerçevesinde kadına uygulanan şiddetin kökenlerine inmek, nedenlerini ortaya çıkarmak istedim. Mikro düzeyde sadece birbirleriyle yolları kesişen yedi kadının öyküsünü anlatıyorum ama makro düzeyde bunun nedenleri çıkıyor ortaya. Yani şiddeti körükleyen bütün bir zihniyet çıkıyor.
Peki çok kısaca kim bu yedi kadın? Romandaki bu kadınların sosyo-ekonomik, kültürel yapılarından ve karakter özelliklerinden kısaca bahsedebilir misiniz?
Kadınların ortak yönü bir şekilde şiddeti yaşamış olmaları. Bu da onları farklı çözüm arayışlarına götürüyor. Sözgelimi romanda önemli bir konumu olan Falcı Serpil ataerkil düzenin izin verdiği çerçevede arıyor yolunu. Diğer kadınları sömürerek inanılmaz paralar kazanıyor ama bunları da kocasına ve oğluna yediriyor. Kazandığı paraların ona hiçbir yararı olmuyor sonuçta. Buna karşılık şiddeti aile içi şiddet, baba şiddeti, koca şiddeti, polis şiddeti, devlet şiddeti gibi tüm boyutlarıyla yaşayan Çilem en dibe vurduğu noktada yeniden doğuyor. Kadınların hepsi bir arayış içindeler, kendilerini var etme arayışı. Bir kaçış içindeler, ama kaçarak bir yerlere varılamıyor, kendilerini yeniden var edebilecekleri bir mekân yaratmaları gerekiyor ki işte asıl güçlük burada başlıyor. Bu sürecin sonunda kimi başarılı oluyor, kimi de olamıyor, bu biraz da geldikleri coğrafyaya ve yaşadıkları şiddetin boyutuna bağlı. Kim bilir? Belki de en dibe vuranların kurtulması daha kolay oluyor.
Romanda bir de bu kadınlarla bağlantılı olan erkek karakterler var. Onlar da kendilerini anlatıyorlar. Neden onlara da bir alan açtınız? Bu seçimin romana kattığı ne var?
Çalışma sürecinin ilk aşaması birbirleriyle bir şekilde yolları kesişen kadınların kendi ağızlarından öykülerini anlatmalarıydı. Bu süreç tamamlandıktan sonra bana sanki bir şeyler eksik kalmış gibi geldi. Dikkat ettiniz mi sinemada özellikle son yıllarda yapılan filmlerde bir eğilim vardır, ele alınan konunun ne kadar toplumsal ya da politik boyutu olursa olsun olaylar hep üç beş kişinin çerçevesinde geçer, toplumsal arka plan pek gösterilmez. Bu da anlatılanların sosyal boyutunun yeterince ortaya çıkmasını engelleyen bir etkendir. Böylece biz olayları toplumsal bağlamından soyutlayarak sadece üç, beş kişinin başına gelenler gibi izleriz. İşte Haneye Tecavüz’de bu engeli aşmak istedim. Şiddetin kökenleri nedir? Nasıl doğuyor? Nasıl dal budak sarıyor? Bunu besleyen zihniyet nedir? Gibi soruların üstüne gitmek istedim. Böylece kadınların yaşamında yer alan erkeklerin sesine de yer verdim.
Gelelim asıl odağımıza, romanı tiyatroya uyarlarsak, çok basitçe sezgisel olarak sizce nasıl bir oyun olmalı Haneye Tecavüz?
Sanırım belgesel ya da yarı belgesel bir oyun. Çünkü gücünü gerçeklerden alıyor. Yıllar boyu hem bizde hem de Almanya’daki üniversitede sürdüğüm yaratıcı yazma ve röportaj seminerlerim çerçevesinde yaptığımız onlarca röportaja dayanıyor. Farklı toplumsal katmanlardan gelen kadınlarla uzun uzun konuştuk, şiddeti nasıl yaşadıklarını empati kurarak anlamaya çalıştık. Sadece öğrencilerim değil ben de çok şey gözlemledim, birlikte öğrendik ve yaşadık bu süreç içinde. Belki en önemlisi de kendimizi sorgulamamızdı. Ataerkil bir toplumun insanları olarak biz neredeyiz, sorunlara nasıl bakıyoruz, farkındalığımız ne kadar gelişmiş gibi soruları ister istemez kendimize de yönlendiriyorduk. Bizde şiddeti sadece kırsal kesimden gelenler yaşıyor, biz bütün bu sorunlardan çok uzağız gibi bir görüş vardır. Bu alanda çalışırken bunun da ne kadar yanlış olduğunun bilincine vardık. Şiddet toplumun her katmanında var, ama farklı biçimlerde ve boyutlarda ortaya çıkıyor. Kimi kez gerçekler kurgusal olanı, sözgelimi bir romanda, bir tiyatro oyununda anlatılanları kat kat aşıyor. İşte ben de Haneye Tecavüz’le bu gerçeği yakalamaya çalıştım. Belgesel roman kurgusunun ve kurmacanın gerçeğin hizmetinde olmasına özen gösterdim kurguda. Tabii ki tiyatro uyarlamasında da bu çizgi tutturulmalı. Öte yandan bu çarpıcı konu tiyatronun görsel gizilgücünden yararlanarak sahneye taşınabilmeli. Gerçeklerden kopuk hiçbir şeye yer verilmemeli. Yani yol göstericimiz her şekilde gerçeğin kendisi olacak.
Şimdi belgesel tiyatro deyince doğrudan belli bir iletisi olan politik tiyatro geliyor akla, çoğu kez de kişilerden çok konunun ön plana geçtiği çok kuru bir tiyatro anlaşılıyor. Oysa önemli olan hem kişilerin bizim içimize işleyecek bir biçimde canlandırılması hem de belgelerin öyle bir kurgulanması ki sorunun iyice derinine inebilelim, farklı boyutlarını görebilelim.
Belgesel roman üzerinde çalışırken ben böyle bir öğrenme sürecinden geçtim. Söz gelimi hem meslek yaşamında çok başarılı bir feminist olan hem de özel yaşamında şiddeti yaşayan Serra karakterinin ruhuna girdiğimde onun yaşadığı çelişkileri anlamaya başladım. Büyük olasılıkla aynı süreçten okuyucu da geçecektir. Bu konu tiyatroya taşındığında aynı şeyi Serra karakterini canlandıran oyuncu da yaşayacaktır. Oyuncu kendi birikimi ve yaşam deneyimiyle Serra’yı canlandıracaktır.
Belgesel olduğuna göre ve romanın özellikleri göz önüne alındığında dramatik aksiyon, diyalog yerine anlatı öne çıkıyor, ancak bu anlatının biçimsel olarak nasıl çerçeveleneceği önemli. Yani anlatı sahnede farklı bir aksiyon yaratacak biçimde ve belli bir dinamikle seyirciyle buluşabilmeli ki romandan daha etkili olabilecek bir tiyatral dilin katkısını da yanına alsın. Ancak dil de oyunda çok önemli, bunun seyirciye yansıtılabilmesi için sizce neler yapılmalı?
Dil çok önemli, çünkü yaşananları hep karakterlerin ağızından dinliyoruz. Okuma sürecinde o kişiler gözümüzün önünde canlanıyor. Sahneye taşındığındaysa karakterler bu kez oyuncuların aracılığıyla canlandırılacak. Bu açıdan tiyatroda izleyici okuyucuya oranla daha pasif konumda. Yani alımlaması kendi hayal gücüne değil, oyuncunun yorumuna bağlı. Bu nedenle de eğer iyi bir uyarlama yapılırsa tiyatronun vurucu gücü sizin de söylediğiniz gibi çok yoğun olabilir.
Nasıl bir oyunculuk önerirsiniz? Yukarıda söz ettiğim her iki oyunda da son derece gerçekçi oyunculuklar vardı ve sanırım seyirciyi bu kadınların sahnedeki güçlü temsiliyeti çok etkiledi. Çünkü tiyatroda asla temsil edilemeyecek kadınlar bunlar. Çok genel olarak, tiyatroda da eril dizgenin oluşturduğu kadınların temsiliyetini izliyoruz. Erkeğin kadını gördüğü biçimde kadın kurguları bunlar. Çoğu zaman gerçek değiller. Oysa bu kadınlar gerçek öyküleriyle kendileri olarak sahnedeler ve sadece kendilerini temsil ediyorlar. Bu nedenle de anlatı çok anlamlı, diyalog ve aksiyon çoğu zaman bu gerçekliği yok edebiliyor.
Ben bu oyundaki oyunculuğun film oyunculuğu gibi gerçekçi olması gerektiğini düşünüyorum, öylesine gerçekçi olmalı ki sanki oyuncu oynamıyor kendi yaşamını anlatıyor gibi olsun. Hiç bir teatrallik, hiçbir abartı olmamalı. Abartılı, yapay, dramatik bir oyunculuğu böyle bir uyarlama hiç kaldırmazdı. Belki öyle bir sahne tasarımı olabilir ki oyuncular başlangıçta ya da oyun süresince izleyicilerin arasında oturabilirler. Onlar lafa karıştıklarında, konuştuklarında bir süre izleyici mi yoksa oyuncu mu olduklarını anlayamayız bile. Belki şiddet üstüne çalışan bir yaşam koçu oyunda yönetici işlevini üstlenerek “İçinizde hiç şiddet yaşamış olan var mı? ”Sorusuyla bütün oyunu yönlendirebilir. Böylece karakterler kendi öykülerini anlatabilirler, bu süreç içinde duruma göre hem yaşam koçu hem de diğer karakterler araya girebilirler, soru sorabilirler. Böyle bir tasarım rahatlıkla olabilir. Ama şunu da söylemeliyim ki hiç oynamıyormuş gibi oynamak, yani minimalist oynamak ve doğallığı yakalamak hiç de kolay bir şey değil. Bunu dizi de ya da filmde yakalamak daha kolay ki o alanda bile sorunlar yaşanıyor, tiyatroda ise daha da zor. Dizilerde bir rol çoğu kez klişeleştirilerek donduruluyor, karakterden çok tip ortaya çıkıyor, bu da sanırım büyük oranda senaryoya bağlı. Tiyatroda ise kolaylıkla dramatik ya da melodramatik bir oyunculuğa kayılıyor. Belli bir karakteri çok doğal biçimde canlandırabilen oyuncu çok fazla değil. Son zamanlarda izlediğim “Kördüğüm” dizisindeki Alican Yücesoy’un yorumunu olumlu bir örnek olarak getirebilirim. Hiç oynamıyor gibi ama karakterin özelliklerini çıkartabiliyor ya da kadına karşı şiddet sorununu çok çarpıcı bir biçimde işleyen “Fatmagül’ün Suçu Ne?” dizinde köylü kızı Fatmagül’ü canlandıran Beren Saat’in oyunculuğu da hiçbir abartıya kaymadığı, son derecede doğal oynadığı için çok vurucuydu, üstelik de durağan bir karakter değildi, bir değişim gösteriyordu. İşte ben de Haneye Tecavüz’ün tiyatro uyarlamasında böylesine doğal ve akıcı bir oyunculuğu hayal ediyorum. Bu açıdan uzun süreli doğaçlama çalışmaları önemli. Oyuncuların rollerini kendi yaşantılarından ve gözlemlerinden yola çıkarak yoğurmaları kolay değil. Ama mümkün, çünkü kadın ve şiddet konusunda mutlaka herkesin bir deneyimi vardır. Bana göre ancak ödenekli bir tiyatronun proje olarak geliştirebileceği böyle bir çalışmanın uzun süreli provalara ihtiyacı var.
Oyunculuk üzerinde konuşurken ister istemez mekân da gündeme geliyor. Çünkü bu seçim seyirciyle ilişki aşamasında çok önemli, değil mi? İtalyan sahne bence bu iletişim için yeterli değil. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Haklısınız. İzleyici ile sahne arasında interaktif bir ilişki olacaksa İtalyan sahne pek uygun değil tabii. İç içeliğin sağlanmasını öneren bir sahne tasarımı önemli. Öyle bir bütünlük olmalı ki izleyicide rahatlıkla “ben de bu şiddet kültürünün bir parçasıyım” duygusu uyanmalı. Anlatılanların içinde hissetmeli kendini. Aslında bu romanda da var. Bazı okuyucularım romanı okurken çok yoğun bir biçimde içine çekildiklerini ve anlatılan birçok öyküde kendilerinden bir parça bulduklarını yazmışlardı. Yani okuyucu da ‘’bu olaylar benim dışımda olup bitiyor, benimle hiç ilgisi yok’’ demiyor. Öyle olduğuna göre uyarlamada da metnin bu gizilgücü ortaya çıkmalı. Tabii tiyatronun olanakları bu alanda sınırsız. Yaratıcı bir yönetmen bu iç içeliği sağlamak için çok şey yapabilir.
Tiyatronun diğer öğeleri de, sözgelimi film, ses, ışık vb. bu iç içeliği sağlayabilmek için kullanılabilir sanıyorum. Özellikle ödenekli tiyatro mekânlarının çoğunlukla İtalyan sahne özellikleri düşünüldüğünde, başka unsurlara ihtiyaç olacaktır. Bu konuyla birleştireceğim bir soru daha olacak. Romanda bir de Yıldız’ın( trans kadın) bloğu ve ona toplumun her kesiminden yazan bireyler var. Bu blog sahnede nasıl görselleşebilir? Romanda çok önemli başka bir dil katmanı olan bu blog için neler söyleyeceksiniz?
Barkovizyonun böyle bir tasarımda çok önemli olduğunu düşünüyorum. Geçenlerde Münih Kammerspiele’de Amerikalı yazar T.C. Boyle’nin romanından uyarlanan “Amerika” oyununu izledim. Oyunda sığınmacılar sorunu gündeme geliyordu. Uyarlama olduğu için oyundan çok anlatıya dayanıyordu, arka sahneye yerleştirilmiş olan altı dev ekranda anlatılanları pekiştiren ve olayların geçtiği bölgeyi gözler önüne seren görüntüler gösteriliyordu. Çok çarpıcı bir sahne tasarımıydı doğrusu. Ben de barkovizyonda kadınların yaşamında yer alan erkeklerin görüntülerinin ve söylemlerinin yer alabileceğini düşünüyorum. Ekranda erkeklerin dev görüntüleri yer alırken sahnede kadınların küçücük görünmesi bile anlamlı bir gösterge olabilir. Bloga gelince, romanda blog biçimi bence çok uygundu ama sahnede yine barkovizyondan yararlanarak görüntü ve sesler de yer alabilir. Blog değil de görüntülü konuşma (chatleşme) gibi olabilir. Bence görselliğin ağırlık kazandığı tiyatroda bu çok daha etkileyici olacaktır.
Belki oyun eş zamanlı olarak yedi kişinin, belirlenen farklı mekânlarında birbirlerinin öyküsünü bölerek, bazen sırayla bazen iç içe oynanabilir. Ortak mekân fal kahvesi de merkezde zaman zaman herkesin ziyaret ettiği, girip çıktığı sembolik bir mekân olabilir. Siz bir konuşmamızda kafes gibi bir mekândan söz etmiştiniz. Zaman zaman içine girilip çıkılabilecek, buradan devam edebiliriz belki.
Evet gözümün önüne böyle görüntüler geliyor ama her şey henüz çok soyut. Bence oyuncularla canlandırdıkları kişiler ve söylemleri üzerinde çalışırken sahne tasarımı da kendiliğinden çıkacaktır.
Ben biraz farklı düşünüyorum. Önce mekan-seyirci ilişkisini kurmak, diğer unsurları buna göre yerleştirmek ve doğaçlamaları bu mekanla ilişkili bir biçimde yönlendirmek önemli. En azından seyirciyle farklı bir iletişim bekliyorsak mekândan yola çıkmak gerekiyor galiba. Çünkü aslında her şeyi kuşatan, çerçeveleyen mekân. Tabii bu mekân unsurunu, sadece sahne mekânı değil, karakterlerin temsil edildikleri kendi mekânları ya da ortak mekân fal kahvesi vb. olarak öne çıkardığımızda, bireylerin yaşamını çerçeveleyerek odağa alıyoruz ve zamanı düşünmeden o mekan içinde akışı durdurarak, düşünsel süreci toplumsal kültürel bağlantılar üzerine odaklıyoruz.
Mekân konusunu tabii ki metne bağlı olarak düşünmemiz gerekecek. Kendine ataerkil kurallar çerçevesinde fal kahvesiyle bir mekân yaratmış Falcı Serpil’in dışındaki karakterler kendilerini var edebilecek bir mekân arayışı içindeler. Daha önce de söylediğim gibi hep bir kaçış içindeler, çünkü içinde bulundukları mekân onlara kendilerini var etme fırsatını tanımıyor. Sanırım bu bağlamda romanı tiyatroya uyarlayacak dramaturga ve yönetmene çok iş düşüyor. Bence önemli olan sadelik, mekânın karakterlerin çıkmazını ve arayışını çok net bir biçimde ortaya çıkartabilecek bir biçimde kullanılması. Öte yandan izleyiciyle de interaktif bir iletişim kurulmasının önemli olduğunu düşüyorum. Yani bu uyarlama sahne ile izleyici arasında dördüncü duvara pek fırsat tanımıyor.
Mekân dışında bir de blog sürecine kadar geçen bir zaman var sahnede, kadınların değişimlerine, dönüşümlerine yol açan bu zaman nasıl verilebilir? Hangi teknikler kullanılabilir? Kısaca bir yandan, akışı anlatıyla durağanlaştırarak ard alan bağlantılarını açığa çıkarmak ki bu durağan mekanlarla olabiliyor ancak, diğer yandan değişimi, dönüşümü gösterebilmek için zamanı umuda açılan bir unsur olarak diyalektik biçimde sahneye yerleştirmek. Bu konuda neler düşünüyorsunuz?
Romanı yazma sürecinde tiyatro uyarlamasını da göz önüne aldığım için şöyle bir şey düşünmüştüm: Finalde izleyicilere kartlar dağıtılarak kendilerine yakın duydukları bir karakteri seçmelerini ve iki cümle içinde o karakterin yedi yıl sonraki durumunu yazmaları istenebilir. Öneriler toplandıktan sonra, karakterleri canlandıran oyuncular tek tek sahneye çıkıp izleyicilerin önerileri çerçevesinde neler olduğunu anlatabilirler. Böylece oyun, izleyicilerin önerileri doğrultusunda sonuçlanabilir. Ama bence daha da güzeli iki finalin de ard arda oynanması. İlki izleyicilerin önerdikleri final, ikincisi metinde yer alan final. Son olarak da Yıldız’ın mektubu okunabilir. Böylece kendiliğinden bir düşünme ve tartışma ortamı yaratılabilecektir. Aslında ben izleyiciyi de işin içine çeken iki final önerisinin oyuncuyu zorlamayacak bir final olduğunu düşünüyorum.
Umarım ‘’Haneye Tecavüz’’ü etkili bir kadın oyunu olarak, en yaratıcı ama özün önüne çıkmayan, tam tersine onu öne çıkaran bir sahne tasarımı ve oyunculukla izleyebiliriz. Bu güzel söyleşi için çok teşekkür ediyorum.
RÖPORTAJ: TİJEN SAVAŞKAN
www.dirensanat.com