Televizyon dizilerinin günlük yaşamda çok önemli bir yer tuttuğunu biliyoruz. Genç yaşlı, kadın erkek, yetişkin çocuk milyonlarca insan sadece dizi izlemekle kalmıyorlar, dizilerdeki gibi konuşuyor, dizilerdeki gibi giyiniyor, dizilerdeki gibi davranıyorlar. Yaşamımıza yıllarca eşlik eden dizi kahramanları ve yaşadıkları olaylar çoğu kez yavan ya da tekdüze olarak algıladığımız gerçek yaşamın kat kat önüne geçiyor.
O kadar ki dizi kahramanları çevremizdeki gerçek insanlardan bile daha gerçekçi bir boyut kazanıyor. Yaşamımız ne kadar sıkıcıysa o kadar çok heyecan arıyoruz, yaşamımız ne kadar bunalımlıysa sıkıntılarımızı diziler sayesinde o kadar kolay unutabiliyoruz. Öte yandan dizilerde tıpkı reklamlarda olduğu gibi birbirinden güzel ve alımlı insanlar ve mekanlar gösteriliyor. Sözgelimi şu sırada gösterilen “Kördüğüm” dizisindeki mekanının büyüsüne kapılmamak mümkün değil. Yemyeşil bir parkta duvarları silme camla döşenmiş dubleks mimari bir villada geçiyor olayların çoğu. Mimari bir baş yapıt olarak görebileceğimiz bu villa estetik duygumuza öylesine sesleniyor ki ister istemez etkileniyoruz. Ya da kısa bir süre önce gösterilen “Med-cezir” adlı gençlik dizisi yine villalar, bahçeler ve yüzme havuzlarıyla donanımlı göz kamaştı-rıcı bir ortamda geçiyor.
Evlerinin içinde ince topuklu ayakkabılarıyla ve son moda birbirinden şık giysilerle dolaşan insanlar günlük yaşamda karşılaştığımız insanlardan çok daha farklı. Bir çok dizide birbirinden güzel mankenler rol alıyor. Dizilerin hipnotize edici gücü öylesine yoğun ki çoğu insan kolaylıkla dizi bağımlısı olabiliyor. Kısaca diziler yaşamımızı kuşatmış durumdalar. Dizi bağımlısı olmak gerçek hayatla olan bağlantılarımızın giderek kopmasına yol açıyor. Özellikle politik ve toplumsal sorunların yoğun olduğu toplumlarda dizilerin insanları pasifleştirici uyuşturucu özelliği giderek artıyor. Bu nedenle dizilerimiz özellikle Arap ülkelerinde inanılmayacak derecede çok tutuyor.
Dizi eleştirisinin önemi
Durum böyle olunca dizilere eleştirel yaklaşmak kaçınılmaz oluyor. Tıpkı sinema, tiyatro, edebiyat gibi diğer türlerdeki eleştirilerde olduğu gibi dizilerin öykü (ne anlatılıyor?) ve söylem ya da temsil düzleminde (nasıl anlatılıyor?) incelenmesi, özellikle ne anlatılıyorum ardındaki ideolojilerin sorgulanması, öte yandan bu eleştirme ve sorgulama sürecinin okullara da taşınması gerekiyor, çünkü özellikle gençler dizilerin çok yoğun etkisi altındalar. Çocuklarının uyuşturucu bağımlısı olmasından korkmayan anne ve baba yoktur, ama dizi bağımlısı olmalarını kimse önemsemez. Diziler sadece hoş bir zaman geçirme ve eğlence aracı olarak algılanırken, insanların beyinlerini uyuşturan, dahası onları manipüle eden tehlikeli gizilgücü görmezden gelinir. Entelektüel bir çevre bu konuda sağır dilsiz kalmayı tercih ederken, konunun uzmanlarının yazdığı yazılar da çoğu kez yetersiz kalıyor. Kısaca bu alanda büyük bir boşluk var. Öyle olunca da dizi yapımcıları da akıllarına gelen saçmalığı bize sunmaktan geri kalmıyorlar. Tek ölçüt reyting, ama bu reytingin de neye göre nasıl yapıldığı hiç de açık değil. Sanırım özellikle üniversitelerde televizyon dizilerinin eleştirisi gibi bir konunun gündeme gelmesi çok önemli.
Sinema, tiyatro, roman gibi sanat türleriyle televizyon dizileri arasındaki en büyük fark dizilerin uzunluğudur. İzleyiciler tarafından beğenilen, yani tutan bir dizi yıllarca sürebilir. Dizinin belli bir sınırlandırmaya kapalı açık biçimi senaryo yazarlarını da sürekli bir emprovizasyona yönlendirir. Önceden kabaca bir tasarım vardır, ama süreç içinde bu da sürekli değişir. Ancak bu değişimin de reytinge bağlı olarak kuralları vardır. Örneğin heyecan, şiddet, aşk, duygusallık dizinin tutması için önemli etkenlerdir. Öte yandan dizilerin temelini hep iyilerle kötüler arasındaki çatışma oluşturur. Dizi karakterleri de bu çatışmaya göre belirlenirler.
Aydın çevrede çoğumuzun yaptığı gibi “Diziler toptan zararlıdır” ya da “insanları aptallaştırmaktan başka bir işe yaramaz” diye bir genellemeye gitmemek için atmamız gereken en önemli adım “iyi” dizileri diğerlerinden ayırabilme yetimizi geliştirebilmek. Çünkü nitelikli olanı görebilirsek kötü ya da zararlı olanı görmemiz de kolaylaşacaktır. Bu inceleme yazımda izlediğim birkaç diziden yola çıkarak dizi eleştirisine örnek getireceğim. Konuyu sınırlandırmak için de dizilerin hemen hepsinde önemli bir yer alan toplumsal cinsiyet temasının üzerinde duracağım.
Nitelikli bir dizi örneği :“Fatmagül’ün suçu ne?”
Bir diziyi nitelikli yapan hem öykü (ne anlatılıyor?) hem temsil düzeyinde (nasıl sunuluyor?) bir düzeyi yakalamış olmasıdır. Örneğin “Fatmagül’ün suçu ne?” gibi bir dizi hem işlediği konu, hem de bu olayın anlatım (senaryo) ve oynanış biçimi açısından üst düzeyde bir diziydi. Kadına karşı şiddet ve tecavüz olayı gibi gündemimizden hiç çıkmayan bir konuyu öyle bir biçimde ele almıştı ki belki de şiddete uğrayan ama bunu gündeme getirmeye cesaret edemeyen binlerce kadını cesaretlendirmişti. Bu da dizilerin nasıl olumlu bir gizilgücü olabileceğini çok net sergiliyor.
Bütün dizilerde olduğu gibi “Fatmagül’de de iyiler kötüler çatışması gösterilirken çoğu dizide gözlemlediğimiz klişeleştirilmiş bir ak/ kara karşıtlığına düşülmüyordu. Sözgelimi kolektif tecavüz eylemini gerçekleştiren “iyi aile çocukları” iğrenç yaratıklar olarak gösterilmiyorlardı, “içimizden birileri” olarak geldikleri ortam, yaşadıkları çevre, aileleri, hepsi bir bütünü oluşturuyordu. Öte yandan bir çok dizide olduğu gibi klişeleştirilmiş tipler olarak değil, karakterler olarak yoğurulmuşlardı. Hayatlarında çok önemli bir rol oynayan para başta olmak üzere kompleksleri, korkuları, hayalleri, pişmanlıkları en küçük ayrıntılarına kadar çıkartılmıştı. Olayları ve karakterleri klişeleştirmeden, heyecan yaratmak için abartılı ve anlamsız sahneler yaratmadan doğallığı içinde ele alan çok başarılı bir senaryo oyuncuların da inanılmaz bir performans göstermelerine neden oluyordu. Dizilerde “kötüler” klişeleştirildikleri oranda ötekileştiriliyorlar, ötekileştirildikleri oranda da bizden uzaklaşıyorlar. Bu açıdan bu dizide de tecavüzcüler birer canavar olarak gösterilseydi, dizi bütün anlamını yitirmiş olacaktı. Öte yandan Beren Saat’in canlandırdığı köylü kız Fatmagül de çok başarılı bir karakterdi. Hayat dolu, neşeli, saf bir köylü kızının yaşadığı travma sonucu gölgesinden korkar bir hale gelmesi, içe dönüklüğü, korkuları, uzun bir süreçte onu sevenlerin desteğiyle yavaş yavaş iyileşmesi, tacizcileriyle yüzleşecek cesareti bulması ve mücadelesi çok doğal ve inandırıcı bir biçimde canlandırılıyordu. Kısaca bu dizide senaryo, oyunculuk, mekan kullanımı her şey anlatılmak istenen konuyu aydınlatmak amacıyla dengeli bir biçimde kullanılmıştı.
Oysa çoğu dizide bunun tam tersi bir yol izlenildiğini görüyoruz. Konunun seçiminden senaryonun biçimlendirilişine, iyi kötü savaşımının klişeleştirilmiş bir biçimde gösterilmesinden oyuncuların dizi kişilerini yine klişeleştirerek yorumlayışlarına değin tek amaç o an bir gerilim yaratarak izleyicinin heyecanını uyanık tutmak. Bu amaç çerçevesinde kurgunun ve kişilerin yapaylığı, olayların anlamsız bir rastlantılar dizisinden oluşması, şiddetin yüksek dozda kullanılması gibi her tür yöntem geçerli.
Sosyal konuların dışlanması “Ağır Roman”, “Görüş Günü Kadınları”
Genellikle suya sabuna dokumayan öykülerde odaklaşan dizilerde sosyal konulara ve sorunlara pek yer verilmiyor. Verilse bile bu tür diziler pek tutmuyor. Sözgelimi başlamasıyla bitmesi bir olan “Ağır Roman”da insanları yerlerinden yurtlarından ederek büyük bir felakete sürükleyen kentsel dönüşüm konusu gündeme geliyor. Yine çok kısa sürede kaldırılan “Görüş Günü Kadınları’nda kocaları hapse düşmüş olan kadınların bakışından parçalanmış aileler gösteriliyor. Mafya ilişkileri, uyuşturucu, şiddet döngüsü içinde hapse düşen erkeklerin karılarının arasındaki dayanışma hem kadınların özgürleşmesine gönderme yapıyor hem de klasik aile modelinin dışında çok daha insancıl bir yaşam biçimi olabileceğini gösteriyor.
Bu tür konuların çok kolay dışlanmasını ya tutmamasını doğal karşılamak gerekir, çünkü sınırlı da olsa dizilerin uyuşturucu işlevine karşıt bir model geliştiriyorlar. Sınırlı diyorum çünkü sosyal konuları ele alan bir çok dizide konu yine büyük oranda ataerkil kurallar çerçevesinde yoğuruluyor. “Görüş Günü Kadınları”nda kadınların yaşadığı olaylar bir dönüşüm geçirmelerini sağlıyor.Ama bu dönüşüm yine de yerleşik değerler dizgesinin dışına çıkamadan gösteriliyor. Çünkü kadınlar erkeklerden bağımsız olarak kendi ayaklarının üstünde durmayı öğrenemiyorlar. Örneğin kocasının onu yıllar yılı kandırmış olduğunun bilincine varan ve ondan ayrılma cesaretini gösteren bir kadın bu kez kendisine yardım elini uzatan Komiser Mehmet’i sevecektir. Ya da kocası hapisteyken uyuşturucu şebekesinin eline düşen bir kadın kocası hapisten çıktığı anda onu güç duruma düşürmemek için terk eder. Ama dizinin sonunda kocası onu bulur böylece mutlu sonla aile bir araya gelir. Ya da bir mafya patronunun eşi olan kadın kocasının katilini öldürerek öç almayı başarır, kısaca ne olursa olsun korunması gereken kutsal aile ilişkileri bozulmaz. “Ağır Roman” da ise dizilerin tadını tuzunu oluşturan şiddet üst dozda kullanılır, böylece dizinin eleştirel boyutu anlık efektlere indirgenmiş olur.
Bu tür diziler yerleşik kodların çok fazla dışına çıkmadıkları halde belki de sadece seçtikleri konudan dolayı kendilerini kabul ettirmekte güçlük çekiyorlar.
Klişelerin kıskacında : “Kırgın Çiçekler”
Kimi kez gündeme gelen sosyal bir konu güçlükle de olsa yine de beğeni görüyor. Yetimler yurdundaki çocuklar gibi önemli bir konuyu ele alan gençlik dizisi “Kırgın Çiçekler” buna çarpıcı bir örnek veriyor. Bu dizide çocukların yetişkinlerin duyarsızlıklarının acısını nasıl çektiklerini gösteriliyor. Farklı toplumsal katmanlardan gelen gençlerin sorunları, zengin yoksul farklılığı, cinsel taciz ve şiddet gibi yaşamımızdan hiç çıkmayan sorunlarını işliyor.
Ne var ki gerek sunuluş biçiminin, gerek senaryonun gerek oyunculuğun yeterli olmaması diziye gölge düşüren önemli bir sorun oluşturuyor. Sözgelimi yetimhanedeki çocukların dışındaki karakterlerin çoğu tamimiyle klişe. O kadar ki bunlara karakter değil karikatürleştirilmiş tip diyebiliriz ancak. Senaryo sadece iyiler ve kötüler ayırımı üstüne kurulmuş. Kötüler sınırsız derecede kötüler. Ama nedenleri belli değil. Ya da belli olsa bile (genellikle zenginler kötü olarak gösteriliyor) yeterli değil.
Örneğin yetimhanenin müdiresinin içinde şu kadar bile insanlığın olmaması, zengin kesimdeki kızların sınırsız acımasızlığı, ikiz kardeşlerden kızın dalavereleri, annenin kocasının kızına cinsel tacizde bulunduğunu öğrendiğinde kızına destek olacağına onu evden kovması, ikizlerin zengin annesinin acımasızlığı vb. olaylar çok tekdüze ve abartılı bir biçimde yoğurulmuş. Gerçek yaşamda böyle bir ak beyaz karşıtlığı olmadığı için de inandırıcı gelmiyor.
Bu yukarda da değindiğim gibi bir çok dizide olan önemli bir sorun. Karakterler çelişkileri ve yaşadıkları çevre bağlamında yoğuruldukları oranda oyunculuktaki performans da hızla artıyor. Bunu ender de olsa iyi dizilerde görüyoruz. Oyuncuların da rollerini klişeleştirmemeleri hep senaryonun niteliğine bağlı. Öte yandan karakterler yaşadıkları ortam ve koşullardan olabildiğince soyutlanarak katıksız iyi ya da kötü olarak verildikleri oranda da klişe kalıyorlar.
Bu dizide olduğu gibi başka dizilerde de senaryoyu hazırlayanlar olaylar ve karakterlerdeki klişe sorununu aşabilmek için karikatürleştirmeye başvuruyorlar. Sözgelimi üvey kızını taciz eden “baba” figürü bütünüyle bir karikatür. Ama kişilerin komikleştirilmesi de bu kadar ciddi bir konuda hiç de yeterli olmuyor. Dahası olayı hafife almamıza ve yeterince önemsemememize yol açıyor ki bu da dizinin niteliğine gölge düşüren önemli bir sorun olarak çıkıyor karşımıza.
Öte yandan karakterler klişeleştirildikleri oranda dondurulmuş oluyorlar, neredeyse yaşamayan tiplere dönüşüyorlar, bu da sürekli olarak aynı şeyin yinelenmesine yol açıyor. Örneğin kocasının kızını taciz ettiğine inanmamakta direnen anne durmadan aynı şekilde davranıyor ve aynı şeyleri söylüyor. Diziler zaten yineleme üzerine kurulu, buna bir de klişe sorunu eklenince tekrarlar dayanılmaz bir hal alıyor, izleyicinin bu tekrarlarla sıkılmasını engellemek için de çoğunlukla o an heyecan uyandıracak olan ama bütüne yeterince entegre edilemeyen yapay olaylar kurgulanmaya başlıyor.
Toplumsal ve politik sorunlar çerçevesinde şiddetin sorgulanması “Hatırla Sevgili”, “Bu Kalp Seni Unutur mu”,
Dizilerin temelini oluşturan iyiler-kötüler savaşımında şiddet başı çekiyor. Kuşkusuz burada önemli olan şiddetin hangi bağlamda, neden kullandığı, öte yandan şiddet olgusuna eleştirel bir bakış getirilip getirilmediği. Başka bir deyişle şiddet sistemin doğal karşıladığı ya da onayladığı bir biçimde kullanılıyor, yoksa sorgulanıyor ve eleştiriliyor mu, bu soru önem kazanıyor.
Sözgelimi “Hatırla Sevgili” ve “Bu Kalp Seni Unutur mu” gibi belli bir tarihsel dönemi, askeri darbeleri, öğrenci olaylarını, hapishane ve işkence olaylarını gündeme getiren dizilerde şiddet teması gündeme gelirken yakın tarihimiz eleştirel bir açıdan sorgulanıyordu. Amaç o dönemleri yaşamış bir kuşağa da geçmişi yaşatmak ve yaşananları belgelemekti. Öyle olunca şiddet basit bir iyiler kötüler savaşı olmaktan çıkıp politik bir düzleme oturtuluyordu.
Şiddet temasının bu biçimde kullanılması çoğu kez sansüre yol açıyor. Nitekim darbe sonrası Diyarbakır hapishanesi ve işkence olaylarının gösterildiği “Bu Kalp Seni Unutur mu” dizisi sansüre uğrayarak kesiliyor.
Ancak şiddetin nasıl gösterildiği de çok önemli. Dolaysız olarak olarak gösteriliyorsa neredeyse pornografik bir boyut kazanarak toplumsal bağlamından soyutlanıyor ve özelleştiriliyor. Bu sorunun “Bu Kalp Seni Unutur mu” dizisi de üstesinden kalkamamıştı. Bu nedenle işkence sahneleri Diyarbakır hapishanesindeki sapık bir komutanın yaptıklarına indirgenmişti… Önemli olan belki de sözgelimi Haneke’nin filmlerinde yaptığı gibi şiddeti kör gözüme göstermeden sorgulayabilmek. Ama böyle bir düzeyin yakalanması nitelikli sinema filmlerinde bile yok denecek kadar az.
Öykü ve sunuş düzleminde “Hatırla Sevgili” de “ Bu Kalp Seni Unutur mu” da dizileri de düzeyli dizilerdi. ”Hatırla Sevgili”de konu zaman zaman yine de dizilerde olmazsa olmaz olan aşk öykünün ön plana geçmesiyle politik bağlamından kopar gibi olsa da yine bir dönemi yansıtması açısından çok başarılıydı. Yine senaryonun başarılı olması oyuncuların da performansların iyice yükselmesini sağlamıştı.
Şiddete karşı şiddetin onaylanması “Karadayı”, “Karapara”, “Öyle Bir Geçer Zaman ki”, “Kuzey Güney”, “Poyraz Karayel”
Dizilerde gerilimi sağlamak açısından olmazsa olmaz sayılan şiddet teması dizinin ana izleğine göre kimi kez ön planda kullanıyor, kimi kez yan tema olarak yer alıyor. “Kurtlar Vadisi” türü bazı diziler ise her şeyden soyutlanmış katıksız bir şiddet üzerine kurulu, onların özellikle gençleri olumsuz etkiledikleri, bu nedenle de çok zararlı olduklarını düşündüğüm için için başlı başlına bir araştırma alanı olduğunu düşünerek çalışma alanımın dışında bırakıyorum.
Çoğu dizide şiddet heyecan uyandırmanın ötesinde sorunların çözümlenmesindeki tek çözüm yolu olarak gösteriliyor. İyiler-kötüler savaşımında şiddete başvurmadan hiçbir şeyin değişmeyeceği iletisi şiddeti doğal karşılamamızı sağlıyor. Örneğin “Karadayı” dizisinde çağdaş bir Robin Hood ‘u andıran Karadayı iyilerden yana cesurca savaşan, gerekirse şiddet başvuran hiç korkusuz bir kahramandır. Ailesi büyük bir haksızlığa uğradığı için şiddet döngüsünün içine düşen Karadayı örnek bir tip olarak gösterilirken şiddet olgusu hiçbir zaman sorunsallaştırılmıyor. Karadayının sevgilisi hakime Feride’nin şiddeti onaylamaması ise kadınların duygusal yapısına gönderme yapıyor sadece. Zekasıyla da gücüyle de Feride’den de mahallesindeki diğer insanlardan da kat kat daha üstün olan Karadayı hep doğruyu biliyor ve bu yolda mutlak zaferi elde edene kadar adım adım savaşıyor. Karadayı hem yoksulları koruyan sevecen hem kötüleri cezalandıran güçlü bir“baba”figürü olarak otoriter bir zihniyete gönderme yapıyor.
“Karadayı” gibi başarılı bir gerilim filmi olan “Karapara Aşk”ta da iyilerle kötüler arasındaki savaşta şiddet hep vardır. Ancak finalde Karadayının kendisini simgesel olarak vurdurarak Karadayı kimliğini bırakması, Karapara Aşk’daki Komiserin Komiserlikten istifa etmesi ile şiddet döngüsü kapanır gibi olsa da izleyiciye verilen mesaj şiddete her zaman ihtiyacımız olduğudur.
Çoğu kez şiddet “Karadayı”da olduğu gibi karizmatik bir kişinin çevresinde gelişiyor. Sözgelimi iki kardeşin kapışmasının gösterildiği “Kuzey Güney”dizisinde başı dertten kurtulamayan, melek yüzlü “iyi çocuk Kuzey sürekli şiddete başvuran, kafası kızdığı anda ortalığı yakıp yıkan, karşıt görüşte olanlarla ancak yumruklarıyla konuşan tipik bir maço olarak gösterilir. İyi yürekliliği, saflığı ve dürüstlüğüyle yaşadığı ve yaşattığı şiddet arasında hiçbir çelişki yoktur, çünkü bizim toplumumuzda erkek adam döver de söver de, doğaldır. Diyalog aramak, konuşarak anlaşmak gibi bir ey söz konusu bile değildir.
Bir mafya filmi olan “Poyraz Karayel”de iyi mafya kötü mafya arasındaki çatışma gösterilerek şiddet çok doğal bir biçimde onaylanır. Bu kez iyileri simgeleyen karizmatik kişi komik, serseri, çocuksu bir tip olan Komiser Poyraz Karayel’dir. Bütün senaryo da onun üstüne yazılmıştır.
Şiddetin bir yan izlek olarak işlendiği “Öyle Bir Geçer Zaman ki” dizinde ki iyiler- kötüler çatışmasında da iyiler hep şiddete başvurarak kurtarırlar kendilerini. Örneğin ailenin sevimli ve iyi yürekli oğlu Mete’nin saldırganlığını, aileye şiddet uygulayan babasını neredeyse öldürmesini onunla empati kurarak izleriz. Ailedeki kız Aylin’in sevdiği yakışıklı ve gizemli adam Soner’in şiddet ve parayla elde edemeyeceği şey yoktur. Böylece mafya türü faşizan bir yapılanma olumlu bir şey olarak gösterilir.
Kadınları ve aileyi koruma adına şiddeti uygulayan her zaman erkeklerdir. Kadınlar şiddete olumlu bakmasalar bile, şiddetsiz hiçbir yere varılamayacağını bilirler. Erkek şiddet uygulayan üstün bir varlık olarak ne kadar güçlüyse kadın da o kadar erkeğin korumasına bağlı ve güçsüzdür. Bu dizilerde hiç değişmeyen bir formül olarak yer alır . Erkeğin şiddet uygulaması onun yapısı gereği doğaldır, ama kadın şiddet uyguluyorsa mutlaka hasta ruhlu, olumsuz bir karakterdir. Sözgelimi “Karadayı”da mafya ilişkileri içinde yer alan ve şiddete başvurmaktan hiç mi hiç çekinmeyen Karadayıya aşık güzel bir kadın neredeyse şeytanın ta kendisi olarak gösterilir.
Geleneksel ve modern aile yapısında kadın erkek rolleri “Karadayı”
Geleneksel aile yapısında ailenin koruyucusu olarak erkeklere babaya, abiye sonsuz bir saygı gösterilir. Sözgelimi “Karadayı”da kadınlar anne, kız çocuklar hep hizmet eden konumdadır. Baba eve geldiğinde paltosu asılır, ayakkabıları getirilir, eline su dökülür, yemeği hazırlanır vb. Bu roller hemen hemen bütün dizilerde doğal bir akış içinde gösterilir. Sözgelimi bir kere bile sofrayı kuran ya da evi toplayan bir erkek tipine rastlayamayız.
Buna karşılık modern ailede kadınlardan bu tür hizmetler beklenmez, çünkü zaten evde işleri sürdüren yardımcılar vardır. Öte yandan ataerkil yapılanma modern ailenin de temelini oluşturur. Karadayı’nın sevgilisi Hakime Feride’nin ailesi buna tipik bir örnek veriyor. O kadar ki binbir çeşit dalavere sürdüren Bakan babanın etkisiyle, anne baba bir olarak kızlarını tuzağa düşürüp neredeyse zorla evlendirmeye kalkışırlar. Bütün bunlara rağmen Feride ailesine o kadar bağlı ve saygılıdır ki onlardan kendisine ne yaparlarsa yapsınlar bir türlü kopamaz.
Toparlayacak olursak kadının ikinci sınıf bir varlık olarak erkeğin ve babanın mutlak otoritesinin sürdüğü ailenin gölgesinde olması, büyüklere ve erkeklere kayıtsız şartsız itaat ve hizmet etmesi doğal bir olgu olarak sunulur.
Ailenin Kutsallaştılması ya da Sorgulanması“Kuzey Güney, “Karagül” ve karşı bir model olarak “Kayıp Şehir”
Bir çok dizide bugün gündemde olan “kutsal aile” kavramına öncelik veren bir değerler dizgesinin bireye, bireyin haklarına en küçük bir değer bile vermediğini görüyoruz. “Kuzey Güney” dizisinde “iyi çocuk” Kuzey’in bağlı olduğu değerler bireysellik bilincinin hiç gelişmemiş olduğu gösteriyor. Kuzey’in sevdiği kıza vaktiyle kardeşi Güney’in nişanlısı olduğu için ulaşamaması buna tipik bir örnek veriyor. Bu açıdan kendini hep suçlu ve sorumlu duyar. Ama bu da onun ne kadar mükemmel bir insan olduğunu anlatan büyük bir özveri olarak gösterilir. Oysa kardeşi çoktan başkasıyla evlenerek başka bir yaşam seçmiştir. Dizi de iki kardeş arasında kalan kadına ise kendi duyguları, yaşantıları olan bir insandan çok iki kardeş arasındaki çatışmayı körükleyen bir obje gözüyle bakılır. Kadın ne istediğini bilen bir insandan çok erkekler arasında sürüklenen bir kurban rolündedir.
Aynı şekilde kırsal kesimdeki kadınlarla kentsoylu kadınların bir araya geldikleri ve büyük çatışmalar yaşadıkları “Karagül” dizisinde anne, annelik kavramı yine insan haklarının önüne geçecek bir biçimde savunulduğu gibi kardeşler arasındaki ilişkiler de kutsallaştırılır.
Örneğin ikizler Ada ve Maya farkına bile varmadan aynı çocuğa aşık olunca, çocuğu sevgilisi olarak çoktan kabul etmiş olan Ada kendini Maya için feda etmeye kalkar. Annesi Narin’in bir sevgilisi olduğunu öğrenen erkek çocuk Baran kıyameti kopararak ortalığı yakıp yıkar, komutan kızı Deniz’i kaybetmemek için sevgilisinden vazgeçer, Baran’ın analığı bütün bu baskılara dayanamayıp intihar eder vb. Öte yandan yirmi yaşına gelmiş koskoca bir adam ya da kadın bile anne mitosundan kurtulamaz. Öte yandan yirmi yaşına gelmiş koskoca bir adam ya da kadın bile anne mitosundan kurtulamaz.
Böylece dizideki kişilerin anne olmak, evlat olmak, kardeş olmak adına kendilerine ya da -birbirlerinin özel alanına girerek- birbirlerine uyguladıkları baskılar sınırsızdır. Aile içi ilişkilerin bir baskı ve şiddet mekanizmasına dönüşmesi bazı kişilerin bu çarkın altında kalıp ezilip yok olmaları kişiler arasında yaşanan büyük trajediler olarak gösterilir. Ama bu trajediyi yaratan zihniyet hiç sorgulanmaz. Sonuçta idealize edilmiş, soyut bir annelik ve aile kavramı bağlamında insan haklarının hiçe sayıldığı bir dünyadır gösterilen. Ama bu öyle bir biçimde gösterilir ki izleyici bunu bir kader gibi alımlar.
Bireyin haklarını hiçe sayan kapalı aile modeline karşı bir aile anlayışı geliştiren bir dizi olarak “Kayıp Şehir”e bu incelemede özel bir yer vermek gerekir. Karadeniz’den İstanbul’a göç eden bir ailenin öyküsünün anlatıldığı bu dizide de baba yaşamadığından aileyi ayakta tutan annedir. “Kayıp Şehir”de başkalarını kolaylıkla ötekileştiren kapalı aile modeli kırılmıştır artık. Anne kızının bir siyah mülteciye aşık olmasını hazmedemeyerek onu ihbar etse de yaptığı büyük yanlışın bilincine varır, oğlunun eski bir hayat kadınıyla evlenip şiddete uğramış bir kadının çocuğunu evlat edinmesini kabul eder. İnsanların kolaylıkla birbirlerini ötekileştirdiği bir ortamda ailenin bütün bireyleri bir öğrenme sürecinden geçerler. Böylece donmuş klişeler altında ezilen “Karagül” dizisindeki karakterlerin tersine “Kayıp Şehir”yaşayarak ve öğrenmeye tipik bir örnek verir. Gerek öykü gerek temsil düzeyinde üst düzeyde bir niteliği yakalayan “Kayıp Şehir”den gösterimden kaldırılmasının nedenleri bu çalışmanın sınırlarının dışına çıkıyor. Ancak hangi dizilerin, neden tuttuğu, hangilerinin tutmadığı da başlıbaşına
bir araştırma konusu.
Ailenin çözülmesi “Karadayı”, “Karapara Aşk”
Kutsal aile kavramına sıkı sıkıya bağlı dizilerin birbirini izlemesine karşın, aileyi sorgulayan, aile için mafiyöz ilişkileri ortaya çıkaran, dahası aile çerçevesinde politika mafya ilişkilerini bile gündeme getiren dizileri de göz ardı etmemek gerekiyor. Sözgelimi “Karapara Aşk”da
modern ailedeki yasadışı işlere bulaşan baba ve hala, geleneksel ailedeki komiser tiplemesi her iki ailedeki çöküşü gösteriyor. Aynı şekilde “Karadayı”da Hakime Feride’nin Bakan olan babasının mafya ilişkilerine girmiş olması yıllardır kurdukları ve korudukları aile imajının nasıl bir yalana dayandığını gündeme getiriyor.
Özellikle “Karapara Aşk”da aile ilişkilerinin hiç de göründüğü gibi olmaması çok çarpıcı bir biçimde işleniyor. Modern ve varlıklı ailede babanın kara para işlerine karışmış olması, ablasının yani halanın hayatını kardeşinin ona uyguladığı baskılar sonucu mahvetmiş olması, bunun yarattığı acımasızlık, yoksul ve geleneksel yapılı ailede (Komiser Ömer’in ailesi) Ömer’in abisinin karapara işine karışması ve katil olması, bütün bunların oyun içinde oyun kurgusuyla yavaş yavaş ortaya çıkması çok vurucu, o kadar ki uzun süre ailesine sahip çıkma iddiasıyla ortaya çıkan halanın ne yapmak istediğini anlamakta zorlanıyoruz. Kişilerin gizemli bir biçimde yoğurmaları, kişiler ve olay örgüsü arasında izleyiciyi şaşırtacak bağlantıların kurulması, dizilerde gündeme gelen klişeleştirme, tekrarlar, aşırı uzama gibi tehlikeleri büyük oranda engellenmiş oluyor.
Öte yandan nerdeyse “İbsenvari” bir dramaturjiyle ailenin iç yüzü yavaş yavaş nasıl ortaya çıkartılırsa çıkartılsın, aile mafya politika bağlantıları birkaç kişiye indirgendiği anda çok sınırlı kalıyor. Bu da aileye sızan toplumsal ve politik sorunların özel alana hapsedilerek yeterince ortaya çıkmamasına neden oluyor. Bunu bir çok dizide gündeme gelen genel bir sorun olarak saptayabiliriz.
Sonuç
Getirdiğim örnekler dizileri neye göre, nasıl değerlendireceğimizi gündeme getiriyor. Bunları kısaca toparlayacak olursak dizilerin öykü ve söylem düzleminde incelenmesi kadar önemli olan anlatılanların ardındaki zihniyetin, başka bir deyişe ideolojinin ortaya çıkartılması . Kısaca TV dizilerinde gündeme gelen sorunlar, net biçimde ortaya çıkıyor mu, sorgulanıyor mu, eleştiriliyor mu, yoksa tam tersine alımlayanı manipüle etmeye çalışarak bugün gündemde olan ve savunulan söylemlerle örtüşüyor mu bu soru dizi eleştirisinin kilit noktasını oluşturuyor.
ZEHRA İPŞİROĞLU
www.dirensanat.com
ZEHRA İPŞİROĞLU HAKKINDA
Köln ve İstanbul’da serbest yazar olarak yaşayan Zehra Ipşiroğlu, 1975-91 yıllarında İstanbul Üniversitesi Almanca Bölümü’nde, doksanlı yıllarda aynı Fakülte’de kendi kurduğu “Tiyatro Eleştirmenliği ve Dramaturgi” Bölümünde, 1998-2009 yıllarında Almanya’da Duisburg/Essen Üniversitesi Türkçe Öğretmenliği Bölümü’nde profesör olarak çalışmalarını sürdürmüştür. Yaratıcı eğitim ve öğretim alanında yayınlanan çeşitli imece yayınlarının ve edebiyat, tiyatro, yaratıcı eğitim ve öğretim üzerine çıkan kitaplarının yanısıra, roman, öykü, anı, röportaj ve dokuz yaşın üstündeki çocuklar ve yetişkinler için yazınsal çocuk ve gençlik kitapları, ayrıca yazınsal çevirileri vardır. Kitaplarının bazıları Almanca, Sırpça, Rusca ve Hindu dillerine çevrilmiştir.
1978’de Milliyet Sanat filim öyküsü yarışması birincilik ödülünü, 1987’de Milliyet Sanat edebiyat eleştirisi birincilik ödülünü, 1993’de “Tiyatroda Devrim” adlı kitabıyla Kültür Bakanlığı Tiyatro Araştırma ve İnceleme ödülünü, “Tiyatroda Yeni Arayışlar” adlı kitabıyla Kültür Bakanlığı Eleştiri ödülünü, 1997’de yurtdışında “Nashornspiel” adı altında yayınlanan “Gergedan Oyunu” adlı çocuk kitabıyla Orhan Kemal Öykü yarışması ödülünü, Almanya”da da “Eselsohr” dergisi sıradışı çocuk yazını ödülünü, 2008’de Özgürlük Yolları kitabıyla A. Baştürk İşci Edebiyatı ödülünü, 2013’de Demokratik İşçi Derneği Onur ödülünü,2014 de Afife Jale Yapı Kredi Özel Tiyatro ödülünü almıştır.
Yazar ayrıca son zamanlarda HANEYE TECAVÜZ adlı belgesel romanlDuygu Asena ödülü aldı. Kadın ve toplumsal şiddet konusunun işlendiği bu kitabı tiyatroya uyaramayı düşünüyor.