Zehra İpşiroğlu’nun bu yıl Duygu Asena roman ödülünü alan ve kadın ve şiddet gibi çarpıcı ve güncel bir konuyu gündeme getiren belgesel romanı “Haneye Tecavüz”ün hemen ardından “Mavi Eşek”adlı anı-romanı çıktı. Bir çocuğun gözünden tarihsel bir dönemi, ellili ve altmışlı yılları anlatan “Mavi Eşek” üstüne Zehra İpşiroğlu’yla konuştuk.
- Kitaplarınızın hep ilginç adları var. “Mavi Eşek” adı da gerçeküstücüleri anımsatıyor. Öte yandan kapakta bir çocuğun kaleminden çıkmış mavi bir eşek resmi var. Nedir bu mavi eşek?
Çocukken resim dersinde eşeği maviye boyayınca öğretmen bana çok kızmış, diğer çocuklar da gülmüştü. Kitapta bu anıdan yola çıkarak “Mavi Eşek “öyküsünü yazdım. Sonra da bunun aslında bir sembol olduğunu düşündüm. Çocukların hayal gücü sınırsız, ama biz yetişkinler onları bir takım kurallarla, dayatmalarla, yasaklarla yola getirmek için el birliğiyle uğraşıyoruz. Yanlış giden bir şeyler var çocuklarla ilişkimizde. Sanat tarihçisi olan babam bana modern sanatçıların resimlerini göstererek eşeğin mavi de, yeşil de, mor da olabileceğini, öğretmenin kızmasına üzülmemem gerektiğini söylemişti. Büyük sanatçıların sözgelimi Franz Marc, Paul Klee, Miro’nun kimi resimlerinde bir çocuksuluk sezersiniz, her tür kısıtlamaya karşı başkaldırıyı hissedersiniz, onlar içlerindeki çocuğun yok olmasına izin vermemişler, hiçbir kural, hiçbir yasaklama engelleyememiş onları.
- Sizin de sanatçı bir çevreden gelmeniz size yaratıcılığı yok eden güçlere bağışıklık kazandırmadı mı?
Tabii ki kazandırdı. Bu açıdan çok şanslıyım. Ama açıkça bu zaman aldı. Hep bir ikilik yaşıyordum, ailede öğrendiklerimle, benimsediğim değerlerle, okulda, toplumda yaşadıklarım arasında sürekli bir ikilik vardı. Bu açıdan da çok uyumsuz bir çocuktum. Sözgelimi ilkokuldayken sınıf sonuncusuydum. Bir yönüm her şeye karşı çıkıyor, başkaldırıyordu, bir yönüm ise beğenilmek, sevilmek istiyordu. Örneğin baskıcı okula uyum sağlayamıyordum, öte yandan başarılı olmak istiyordum.
Düşünüyorum da bu ikiliği aradan geçen yarım yüzyılı aşkın bir süreden sonra toplum olarak dev boyutlarda yaşıyoruz. Taksim Gezi olaylarında çok belirgin olarak gördüğümüz gibi toplumdaki her tür dayatmaya karşı olan liberal bir kesim var, öte yandan bugünkü baskıcı yönetimi gözü kapalı destekleyen dayatmacı, otoriter, dahası şiddet yanlısı bir kesim de var ki bunlar ne yazık ki çoğunluktalar. Liberal ailelerden gelen çocuklar da şiddetin doğal sayıldığı otoriter bir ortamın içinde yoğurulurken belki de bunun acısını ailede aşırı baskı gören çocuklara oranla çok daha yoğun yaşıyorlar.
Şiddet tohumları nasıl ekiliyor? İnternette dolaşan bir video var, dört yaşında bir çocuk ağıza alınmayacak küfürlerle ablasını yumrukluyor, saçlarını çekiyor. Bu bir oyun, ablayı döverken arada hangi küfürü söylemesi gerektiğini unutunca, bir dış ses ona suflörlük yapıyor. Küçük bir canavara dönüşen bu çocuğa bakarken geleceğin katilini görüyorsunuz. Başka bir örnek: İnsani Yardım Vakfı (İHH) Kocaeli Şubesi, yetim çocuklar için düzenlediği yardım gecesinde, çocuklar ellerinde oyuncak silah ve kılıçlarla cihada özendiriliyorlar. Tabii bu da bir tiyatro oyunu, kara çarşaflı ya da takkeli küçücük çocukları ellerinde silahlar ve kılıçlarla oynaşırken görüyorsunuz. İnsanı dehşete düşüren görüntüler…Biliyoruz oyun ve gerçek arasındaki sınır kılpayı.
Kitabınızda tarihsel bir dönemi okurken bugün vardığımız noktayı da daha iyi anlıyoruz bence. Sizin de söylediğiniz gibi tam bir kutuplaşma kültürünün içindeyiz. Böyle baktığımızda romanınızda bugüne dair çok şey bulabiliyoruz. Sizce dünden bugüne ne değişti ne değişmedi?
Bugün internet çağındayız, çok şey değişti tabii. Ama hiç değişmeyen, dahası daha da artan bir şey var, o da gücünü dinden ve milliyetçilikten alan otoriter zihniyet. Bunun sonucu bugün tam bir şiddet kültürünün içinde yaşıyoruz. Bu kitapta bir çocuğun bakışından yola çıkarak bu zihniyetle yoğun bir hesaplaşma var. Toplumsal katmanlar arasındaki kopukluğun yarattığı sorunlar, yoksulluk, ötekileştirme gibi gündemimizden ne yazık ki hiç çıkmayan sorunlar da yer alıyor.
Kitabınızın “Rüya Avcısı” bölümünde gerçekle hayali çok çabuk karıştırabilen çocuğun bakışından din baskısının boyutlarını çok çarpıcı bir biçimde anlatıyorsunuz. Bu baskıyı günümüz çocukları belki daha yoğun bir biçimde yaşıyorlar öyle değil mi?
Beni çok etkileyen bir video daha var internette. “Benim namazım” şenliğinde üç yaşında yuva çocukları üstlerinde “gözümün nuru namaz” tişörtleriyle, kafalarında takkeler ya da başörtüleriyle bir yandan taklak atıp gülüp eğleniyorlar, bir yandan da namaz kılmayı öğreniyorlar. Öylesine hayat dolu, öylesine cıvıl cıvıllar ki. Yani baskı yok, korkutma yok, eğlenmeyle öğrenmeyi bütünleştiren çağdaş bir yöntem benimsenmiş. Bu bence çok daha tehlikeli. Kara çarşaflı bir kadının sunduğu bu değerler eğitimiyle bu yaşta beyinleri yıkanan bu çocukları acaba nasıl bir gelecek bekliyor? “Mavi Eşek”teki çocuk, din ve milliyetçilik ideolojisinden kaynaklanan ne tür baskılar yaşarsa yaşasın bunun etkisi altına girmiyor çünkü ailesinin bakışı farklı. Böylece hep bir destek buluyor. Ama ya diğer çocuklar, yani onun kadar şanslı olamayanlar?
Kitabınızda bir dönemi anlatırken şanslı olmayanların da sesini gündeme getiriyorsunuz. Bu açıdan da çocuklar aracılığıyla toplumun farklı katmanlarındaki insanların yaşamına gönderme yapıyorsunuz. Olaylara ne kadar bir çocuğun gözünden bakarsak bakalım çok geniş bir tablo çıkıyor topluma dair. Bu konuda bir şey söylemek ister misiniz?
Yazma sürecinde hep çocuğun perspektifine bağlı kalmaya özen gösterdim. Yani yazar olarak ben araya girmedim. Çocuğu ciddiye aldığınız, onun ruhuna girdiğiniz zaman hem yetişkinlerle çocuklar arasındaki ilişkilere hem de tarihsel bir döneme ışık tutabiliyorsunuz. Aslında çocukların yaşantıları, yaşam kavgaları, iç çatışmaları yetişkinlerinkinden çok farklı değil. Çünkü aynı ortamda yaşıyorlar. Aradaki tek fark çocuğun belki daha kırılgan, daha korunmasız olması ve henüz bitmemişliği. Tabii içinde çocuğu yaşatan bir yetişkinin de kaç yaşında olursa olsun bir bitmemişlik içinde olduğu söylenebilir.
Sizin gibi mi?
Paul Klee’nin bir sözü var, çok hoşuma gidiyor, diyor ki “İnsan bitmemiştir, gelişim içinde kalmalı, açık olmalı, yaşamında yaratılışın ve yaratanın seçkin çocuğu olabilmeli”. Ben de biraz da uzak doğu felsefesinin etkisinde böyle düşünüyorum. Bitmemişlik kavramı sürekli bir gelişim ve değişimi de beraberinde getiriyor. Yaşam bir süreç ve bu sürecin içinde biz de sürekli değişiyoruz. Bu değişimi yönlendirmek ve yaşamamıza bir anlam ve değer katmak bizim elimizde. Ben bittim dediğiniz, değişimin yollarını tıkadığınız anda kendi yaşamınızı da, çevrenizdekileri de tüketmiş oluyorsunuz. Yaşayan ölüye dönüşüyorsunuz. Böylece yıkıcılık başlıyor. Çoğu insan kendini kolaylıkla kurallar, kısıtlamalar, yasaklar ve betonlaşmış bir zihniyet biçimiyle tükettiği gibi başkalarının üstünde de baskı kuruyor. Bu da hiç bitmeyen bir güç ve iktidar savaşımına yol açıyor, tam bir kısır döngü. Öte yandan her şey bir etki tepki ilişkisi içinde gelişiyor, yıkıcı olduğunuz oranda yıkıcılığa yol açıyorsunuz ya da tam tersi.
“Mavi Eşek ”deki çocuğun da yaşamı kolay değil. Önceleri ne olup bittiğini anlamadan, yaş aldıkça yavaş yavaş bazı şeylerin bilincine vararak kendi yolunu bulmaya çalışıyor. Ama bu kolay bir süreç değil, değil mi?
Derler ya keşke ben de çocuk olsam, çocukların hiçbir sorunu yoktur, ne büyük bir yalan! Bu çocuğun dünyasıyla uzak yakın ilgisi olmayan bir yetişkinin bakışı sadece. Bence çocuk olmak hiç de kolay değil. Çocuk sosyalleşme süreci içinde sürekli bir mücadele içinde. Ailede, okulda, toplumda kendini sürekli kanıtlaması geliyor. Baskıcı bir aileden geliyorsa okul bir kurtuluş oluyor, gelmiyorsa okulu tam bir kâbus olarak yaşıyor. “Mavi Eşek ”teki çocuk da tıpkı diğer çocuklar gibi inişli çıkışlı bir yaşamın içinde. Büyüdükçe kendini korumasını öğreniyor, kendine küçük özgürlük alanları yaratmaya çalışıyor ama bu kolay değil.
Arkadaşları olsa da yalnız bir çocuk değil mi?
Hem yalnız hem değil, hem uyumlu hem uyumsuz, hem zeki hem değil, hem cin hem naif, hem gözlemci hem dalgacı…Çelişkiler içinde… Ama yaşam dolu ve komik. Büyüdükçe de bu değişmiyor.
Bu çocuk siz misiniz?
Hem ben’im hem değilim. Onun için de otobiyografi değil de anı-roman diye tanımlıyorum bu kitabı. Bu romanı kurgularken çocukluk ve gençlik anılarımdan sadece ham malzeme olarak yararlandım.
Ama kitabınızda Haldun Taner, Muhsin Ertuğrul gibi tanınmış insanlar var, öte yandan gençken yazdığınız günlük, mektup vb. belgelerden de yararlanıyorsunuz.
Evet belgeleri ve anıları malzeme olarak kullanmam bu çalışmanın belgesel yanını oluşturuyor. Ama bir çocuğun bakışından anlatmam, belgelerin seçimi ve kurgulanışı, “Mavi Eşek”i kurmaca ağırlıklı bir romana dönüştürüyor. Bir gelişim de var, çünkü kronolojik bir akış içinde çocuğun büyüdüğünü görüyoruz. Zaman içinde, yaşamda piştikçe çocuksu bir başkaldırının yerini bir arayış alıyor. Farklı coğrafyalardaki deneyimi de onu yaşam içinde olgunlaştırıyor. Bizde yaşadıkları Almanya’da yaşadıklarına daha farklı bakmasını, Almanya’da yaşadıklarının bizde olup biteni sorgulayan bir bakışı geliştirmesini sağlıyor. Biliyorsunuz otoriter toplumlarda üçkâğıtçılık çok gelişmiştir. Çünkü ezilen kesim kendini bir şekilde var etmeye çalışır. Toplumun küçük bir modeli olarak okullarda da bunu gözlemleyebiliriz. Kitabımın kahramanı böyle bir ortamda hem kendini kabul ettirmek hem de inandığı şeyleri yitirmemek adına tam bir mücadeleye giriyor. Ailesinden aldığı değerlerle okulda yaşadıklarını hiçbir şekilde birbiriyle bağdaştıramıyor çünkü. Otoriter öğretmenler, ezberci okul sistemi, güç ve rekabet savaşımı ve bin türlü alavere dalavere arasında kendine yol açmaya çalışıyor. Hayalleri var ama hayallerin kolaylıkla tüketildiği bir ortamda bunları dile getirmeye bile çekiniyor. Sonraki yıllarda da insanı giderek daraltan bir politik ortam içinde yaşadıkları, arayışı, sanatın, tiyatronun ona yeni kapılar açması belki de o yıllarda yetişen bir çok gencin yaşadığı şeyler….
“Mavi Eşek”in bence en çarpıcı yanı her ne kadar otobiyografik olsa da, her ne kadar bir dönemi anlatsa da bugüne dair çok şey söylemesi, bize. Çocuğun dünyasını belirleyen her şey otoriter bir topluma gönderme yapıyor çünkü. Bu bağlamda genç okuyuculara da çok şey söyleyebileceğini umuyorum. Siz ne dersiniz?
Tabii okuyucu olarak insan hem kolaylıkla özdeşleşebileceği bir şeyler arıyor hem de kendi dar dünyasının dışına çıkmak istiyor. Okuyucu bunu yakalarsa “Mavi Eşek”i sevebilir. Bir de romanda yakalamaya çalıştığım çocuk bakışı, üzerinde pek durmadığımız ya da doğal saydığımız bir çok şeye farklı bir açıdan bakmamızı sağlıyor. Brecht’in tanımıyla “yabancılaştırma”diyoruz buna. Yabancılaştırma kalıpları kırma, yani sorunlara yeni, taze bir bakışla bakmak anlamına geliyor. “Mavi Eşek” de böyle bir şeyi denedim.
Mavi Eşek romanından:
İçimdeki güneşin ne olduğunu anlamam zaman aldı. İçimdeki güneş, içimden çok içimden gelen bir şey: Yaşama bağlılık, canlılık, sevgi, aşk, tutku, yaşam tutkusu…İçimdeki güneş benim öz’üm…Onu aramadıkça, izini sürmedikçe bulamayız. Herkesin içinde bir güneş vardır, ama bunu keşfetmek kolay değil. Pek çoğumuz içimizdeki bu inanılmaz gücün farkında bile olmadan yaşayıp gidiyoruz…
Ama bir gün onu bulup da yakaladığımızda bir ışığı da yakalamış oluruz. İçindeki güneşi keşfeden her insanın dışa yansıttığı bir pırıltı vardır. Bu pırıltı başka insanlara dokunduğu anda büyür, çoğalır. Kuşaktan kuşağa, insandan insana, yetişkinden çocuğa, çocuktan yetişkine, kadından erkeğe, erkekten kadına geçtiği anda her yeri aydınlatır….
Hazırlayan: Özlem Aygün