Oyunculukta doğaçlama tekniği ile yaratıcılık çalışmalarını; canlı dramaturgi yapılması konularını 1975’ten beri savunurum. Ankara Alman Kültür Derneği, Goethe Enstitüsü ve British Council işbirliği ile, 1982 yılından itibaren düzenlemeye başladığımız, Uluslararası Yaratıcı Drama Seminerlerinden de burada söz etmiştim. John Hodgson dan da !
John Hodgson ve Ernest Richards’ın yazdıkları ‘İmprovisation’ isimli kitap 1974 yılında basılmıştı. Ben de 1975 yılından itibaren bu kitaba sahip olmuş ve konservatuvar öğrenciliğim sırasında yaptığım bütün sahne çalışmalarında bu kitaptan edindiğim izlenimlerle, ‘yaratıcı oyunculuk’ çalışmaları yapmaya başlamıştım. Okul arkadaşlarımla yaptığım çalışmalarda da bu tekniği, canlı dramaturgi (durum incelemesi) olarak kullanmaya ve kendi tekniğimi ve düşüncelerimi geliştirmeye başlamıştım. Okuldan mezun olunca Ankara Sanatsevenler Derneği’nde, Sanat Kurumu Deneme Sahnesi adı altında, yaratıcı oyunculuk kursu açmıştım. Burada yaptığımız çalışmalar gerek yaratıcı oyunculuk ve doğaçlamanın önemi konularında, gerek eğitimde drama konularında Türkiye’de başlangıç oluşturmuştu.
Konservatif yapılar ise benim bu çalışmaları yapmama kızıyorlardı!.. Ankara Alman Kültür’de yapılan bir panelde, benim yaptığım çalışmalar Türkiyeli tiyatro eğitimcileri ve eğitimciler tarafından eleştirilmiş, Alman eğitimciler tarafından ise övülmüştü. Bu gibi toplantılarda yaratıcı oyunculuğun doğaçlama ile değil, dramaturgi çalışması ile sağlanabileceğini iddia eden tiyatro eğitimcileri olmuştu. Oysa, doğaçlama ve dramaturgi çalışmalarını birbirinden ayırmak gerekmiyordu… Dramaturgi salt teorik ve masa başında yapılması zorunluluğu olan bir çalışma türü değil ki! Tıpkı eğitim gibi! Eğitimin de illa, kara tahta başında ve sadece ezberleyerek yapılamayacağını, bu tutum üzerine kurulu bir kültür yaratılamayacağını da yıllardır tartışıyoruz. Eğitimin uygulamalı olması ve drama yöntemi ile gerçekleşmesinin sanat olduğunu savunduğumuz gibi. Eğitimin her dalı için geçerli olan bu yöntem, tabii ki oyunculuk eğitimi içinde geçerli.
Türkiye’de yaratıcı drama çalışmaları geliştikçe, oyunculuk kültürü konusunda yeni arayışlar da gelişiyordu. Örneğin Ankara da ABC Kitapevi’nde buluştuğumuz bir gurup DTCF öğrencisi tiyatro kuracaklarını ve nasıl bir tiyatro türü seçmeleri konusunda söyleşi yaptığımızda, onlara ‘sokak tiyatrosu’ yapmalarını önermiştim. Semih Çelenk’e de Aguso Boal’ın ‘Ezilenlerin Tiyatrosu’nu çevirmesini önermiş, kitabı da hediye etmiştim.
İzmir Alaçatı’da gerçekleştirdiğimiz, Uluslararası Çocuk ve Gençlik Tiyatroları Festivalleri’nde her yıl, konusunu da birlikte bularak bir ay doğaçlama oyun çalışmaları yapıyor, ilk oyunumuzu Alaçatı’da sahneledikten sonra İngiltere turnesine gönderiyorduk… Bu anlaşmayı Liverpool’dan Brouhaha Topluluğu ile yapmıştım. Vendy Williams’ı da Türkiye‘de ki ilk fiziksel tiyatro çalışmalarını yapmak üzere Alaçatı’ya davet etmiştim. Bu çalışmaları dört yıl sürdürdük. Dört yılda dört oyun ürettik. Özer Tunca bu çalışmalara katılmış, kendi çalışmalarında fiziksel tiyatroyu kullanmaya başlamıştı. 2017 Anadolu Ödülleri töreninde bu dönemin kendi tiyatro anlayışı üzerindeki etkisini belirtmesi, beni mutlu etmişti. Çünkü Türkiye tiyatro kültürünü geliştirmek, bu kültürün yaşamsal önemi ve toplumla buluşacak oyunculuk ve reji yöntemleri geliştirmekteki önemini hatırlatmak, bundan sonraki gelişmelere de ışık tutacaktır, diye düşünüyorum. Zaten, kültür aktarılarak, tanımlanarak ve yaşanarak gelişir !
Taşra Kabare’de ‘Şatonun Altı’ oyununu izlerken bu düşünceler geçti aklımdan. Oyundan sonra oyunun yaratıcıları ile yaptığımız kısa söyleşide da bu düşüncelerim doğrulandı. Shakespeare’in ‘Macbeth’ oyununu şatonun altında yaşayan iki Bufon oyuncu ile canlandırmak, uzun ve yorucu çalışmalar gerektiriyordu. Bu düşünce ilk ortaya çıktığında başlayan provalar, zaman zaman tıkanma noktasına gelmiş. Çünkü, işin masa başı çalışmaları var, sahnede gerçekleşen oyunculuk çalışmaları var… Bütün bunların, bütünlük içinde çalışılarak gerçekleşmesi, zaman zaman tıkanması, sonra yeniden açılıp canlanması yaratıcı oyunculuk çalışmalarında karşılaşılabilecek sorunlardır. Yaratıcı oyunculuk, felsefesi olan, ulaşılması istenen hedefleri olan oyunculuk ve felsefe çalışmasıdır. Ancak ezberci bir çalışma değildir. Oyunun metninin, araştırması yapılan oyunculuk ile buluşması, detayların inandırıcı bir şekilde işlenmesi, oyuncuların “Ben bunları neden yapıyorum?” sorularının yanıtını çok iyi bilmesi, yaratıcı oyunculuk çalışmalarının öz güvenini oluşturur!
Yönetmen Güray Dinçol eğitimini İtalya da yapmış. Commedia Dell’arte’nin ülkesinde yani!.. Oyuncular Pınar Akkuzu ve Gülden Aral’ın ise oyunculuk eğitimi yok. Başka meslekleri var. Şimdi buradan da oyunun gerçekleşmesi düşüncesi ortaya çıktıktan sonra, teori ve pratik; düşünce ve uygulama çalışmaları yapıldığı önemli ve uzunca bir yaratım sürecinin birlikte paylaşıldığı anlaşılabilir.
Kostüm tasarımı ve uygulaması, Fiziksel Tiyatro Araştırmaları görsel tasarımdan Uğur Açıkgöz tarafından yapılmış, oyunun ışığı da ona ait. Yaşanan sürecin, kostüm ve makyaj ile uyum sağlayan oyunculuk araştırması ve uygulaması sürecinin sonuçları sahneye çıkan üründe açıkça görülüyor. Sanatın bir tanımında da, sanatın ürün değil süreç olduğu konuşulur. Çünkü yaşanan süreç, ürünü belirliyor. O zaman süreç bu özen ve kararlılıktan uzak yaşanırsa, ürün de onun göstergesi oluyor. Bu, Schelling’in sanatı “bilgi ve eylemin birlikte gerçekleşmesi” tanımı ile de buluşturuyor.
Rönesans öncesi, ortaçağ tiyatrosunda, pazar yerlerinde yapılan tiyatrolar da fiziksellik ön planda. Toplumsal çelişkilerin abartılması, soyut anlatımlardan somut sonuçlar çıkarılması, atlamalar zıplamalar, hatta birbirini darp etmeler, zaman zaman akrabosi teknikleri ile de buluşabiliyordu. Ortaçağ pazar yerlerinde oynanan tiyatro oyunları ile ilgili çok güzel gravürler de var. Ben çok yakın görünmese de, Beijing Opera ile, ortaçağ pazar yeri oyunları arasında benzerlikler bulurum kendimce. Hatta Beijing Opera tekniklerinin modern tiyatroda kullanılması, duygu ve düşüncelerin akrobatik hareketlerle anlatılması konusunda Sanghai’da, Pekin Operası okulu yöneticileri ile düşünceler oluşturmuştuk. Bu tür çalışmalar şimdi gelişmekte. Brecht’in Çin tiyatrosundan etkilendiğini hatırlayacak olursak, Stanislavsky, Brecht, Artaud gibi ana çizgilerin uzantısında, Grotowsky, Eugenio Barba aklıyla, köy seyirlik oyunları, Commedia dell’arte, orta oyunu gibi tarzları da incelemek, öz -biçim arayışlarında, içinde bulunduğumuz milenyumun tiyatrosuna yeni katkılar sağlayabilir diye düşünüyorum.
SANATAEVET anlayışının politik dönemlerde popülerleşen, yüzeysel ve gerginlik yaratıcı ‘evet – hayır’ gibi kamplaşmalar yerine kalıcı; insan aklının ve doğasının kendi tarihini oluştururken, vermiş olduğu özgürlük mücadelelerini, bir sanat olarak olarak gerçekleştirdiklerini unutmamak gerekiyor. Ancak ‘Sanat’ kavramı metafizik bir kavram olarak düşünüldüğünde tanımı yapılamıyor. Determinist düşünce yerine mistik bir anlayış popülerlik kazanıyor.
Macbeth Şatosu’nun altında Bufon görünüşlü, eciş bücüş bu iki kadın, tükürmeleri ile, öğürmelleri ile “iyi ile kötü birdir” diyorlar. Shakespeare’in Macbeth metnini yeniden anlatıyorlar. Bir tür ‘yukarıdakiler aşağıdakiler’ yorumu oluştururken, bizler de bu yaşam kalitesinden bütünüyle yoksun, iki gün görmemiş kadının, yukarıdakilerle dalga geçişini dinlemeye çalışyoruz. Ancak bu iki kadın gibi mi olmalıyız yoksa onların kendilerince dalga geçtiği şatonun üst katındaki katiller gibi mi? Yukarı tükürsen bıyık aşağı tükürsen sakal!.. Başka bir yol yok mu?. Bu tercihler bize sunuluyor; bunun dışında bizim kendi istediğimizi seçmek ve düşünmek bile suçmuş gibi zannedilen bir şartlanma ve çözümsüz bir döngü oluşturuluyor! Toplumda bu döngüye giriyor; girdap gibi, ‘Kırk katır mı, kırk satır mı’ gibi. .
Bir çözüm üretmek yerine kaderine razı olmuş insanların trajedisi olarak algılanabilir bir çaresizliğin oyunu. Her tarafı yara bere içinde, yırtık pırtık giysiler, sakatlanmış bir bacak, çürük dişler… Kendi himmete muhtaç dede kaldı ki kime himmet ede, durumu !
Macbeth’lere kızan bizler ne yapmalıyız? Bu iki kadın gibi mi olmalıyız, kendi kendine söylenen… Mağaraya mı dönmeliyiz… Çağdaş bir uygarlık mı yaratmalıyız yoksa? Yaşam standardı, kalitesi, talebinde bulunmayı aklımızdan geçirmemeli miyiz? Yoksa çaresizlik içinde, karnımızı doyurup yaşamaya devam ettiğimize şükür mü etmeliyiz? Bir yandan da anlamsız bir şekilde cinayetlerleri konuşup, anlatıp kendimizce vakit mi geçirmeliyiz, çözümsüzlük içinde yaşanacak küçük mutluluklar arayarak…
SANATAEVET, yaşam kalitesini oluşturmak isteyen insanın, kendi tercihini yapabileceği bir ortak aklın oluşması demektir. Sanat, insanlık ile sanat üretimi yapan insanın buluşması ile oluşan, yaşama kültürü talebidir. Bu insanın tercihi de iyi, güzel ve doğrudan yana olur zaten. Aksi söz konusu olamaz !..