Eleştirel düşünce üzerine
Eleştirel! düşünme yaşam karşısında temel bir duruş. Bir olgunun özüne inme, onu sorgulayarak, deşerek çeşitli boyutlarıyla anlamaya çalışma, kısaca üzerinde düşünce üretme anlamına geliyor.
Eleştirel bakışın belki de en temel özelliği bizim her söylenilene ya da gösterilene körü körüne inanmamamızı sağlaması, böylece de bizi kuşatan her tür olumsuz etkiden koruması.. Kısaca bizi özgürleştirmesi…
Eleştirinin her tür olumsuzluğa karşın bağışıklık kazanmamızı sağlayan bu dönüştürücü gücüne karşın, bizde eleştiriye nedense hep olumsuz bir anlam yüklenir. Biri bir şeyi eleştirmek istediğimizde çoğu kez “Özür dilerim , sakın bunu eleştiri olarak almayın” deriz.
Sanıyorum aslında bunun birbirine bağlı bir kaç nedeni var:
İlk nedeni sorunları bastırma, yok sayma, görmezden gelme ya da kusurların hemencecik üstünü örtme eğilimimiz. Gerçekten de bizler bir sorunla karşılaştığımızda, çoğu kez o sorunu görmezden geliriz, böyle bir şey sanki hiç yokmuş gibi davranırız. Ya da sorunu gündeme getirmekten kaçınırız, ama bildiğimizi de okuruz. Böylece yalana dayanan ilişkileri de göze almış oluruz. Toplumumuzda sorunlar hep yok sayılır, üstünde konuşulmaz bile, hele bazı konular vardır ki tabudur..
Ne var ki bir sorun biz onu görmezden gelince kendiliğinden yok olmuyor ki, tersine giderek büyüyor, kimi kez dağ gibi bir engele dönüşüyor.
Eleştiriye karşı olmamızın ikinci nedeni ise eleştiri ile suçlamanın karıştırılması. Oysa eleştiri ile suçlamanın birbiriyle uzak yakın ilgisi yok.. Eleştiri yol açıcı bir olgu, çünkü eleştiri yoluyla bir takım şeyleri değiştirmek bizim elimizde. Biz buna yapıcı eleştiri diyoruz. Oysa suçlama kutuplaşma yaratan öznel bir davranış. Televizyonda politikacılarımızın konuşmalarını izlediğimizde birbirlerini hep suçlayıp durduklarını görüyoruz.. Ama eleştiri yapmıyorlar, çünkü sorunun temeline inmekten kaçınıyorlar. Aynı yaklaşımı medyada da, sözgelimi gazetelerin köşe yazılarında görüyoruz. Bu açıdan da hiçbir gelişme olmadan durmadan aynı sorunlar ortaya dökülerek tam bir kısır döngünün içine düşülüyor. Sonuçta eleştirinin sorun odaklı ve olabildiğince nesnel, suçlamanın ise kişisel ve öznel olduğunu söyleyebiliriz.
Eleştiride, eleştiriyi dile getiriş biçimimiz de elbette önemli. Çünkü eleştirmek “sen böylesin, sen şöylesin!” diye karşımızdakinin tüm kişiliğini hedef alarak onu kırmak, hele aşağılamak hiç değil.. Bunu yaptığımız anda gene aynı yanlışa düşüp eleştiriyle suçlamayı birbirine karıştırmış oluyoruz. Öte yandan saldırganlığı da her ne kadar karşımızdakini provoke etmek istersek isteyelim yol açıcı ya da yapıcı bir duruş olarak görmemiz güç. Bir de eleştirinin öğretmenlikle de ilgisi olmadığını vurgulamam gerekiyor.”Şu olmuş şu olmamış, şuna tam not verdim, şuna yarım not verdim” gibi bir yaklaşım bence otoriter eğilimlerin sorgulandığı bir dünyada özellikle gülünç kaçıyor.
Günümüzde çok moda olan olumlu düşünmenin de eleştirel bakışın sanki tam tersi bir duruşmuş gibi gösterilmesini yanlış buluyorum. Çünkü olumlu düşünme sorunları bütünüyle görmezden gelme ya da yok sayma anlamına gelmiyor. Yani armut piş ağzıma düş anlamında edilgin bir davranış değil.Tersine belli bir farkındalığı, yani alımlama yetimizin gelişmiş olmasını koşulluyor. Farkındalık bir sorunu o sorundan mesafe alarak bir bütün içinde olumlu ve olumsuz yönleriyle alımlamak anlamına geliyor. Sorunu tüm boyutlarıyla görebildiğiniz anda, olumlu düşünerek yapıcı çözümler üretmeye başlıyoruz. Bu açıdan olumlu düşünme ve eleştiri birbiriyle çelişmiyor, tersine birbirini tamamlıyor.
Algılamaya dayanan eleştiri anlayışıyla (izlenimci eleştiri) alımlamaya dayanan eleştiri arasındaki fark
Eleştiri üzerine saptadığım bu genel ilkeleri edebiyat, tiyatro, film, sanat eleştirisi için de söyleyebiliriz. Eleştirmen dışarıdan bakan bir kimse olarak yapıtın, söz konusu tiyatroysa, sahne yorumunun nasıl oluştuğunu alımlarken, sahnedeki göstergeleri ve birbirleriyle olan bağlantılarını bir bir çözümleyerek yapıtın nasıl oluştuğunu, hangi düşünsel temellere dayandığını , ardındaki dünya görüşünün ne olduğunu vb. çıkartıyor. Buna bir tür yap boz oyunu da diyebiliriz.
Bir yapıtın yazınsal metinlerde öykü ve söylem düzleminde(ne anlatılıyor, nasıl anlatılıyor), gösterim sanatlarında öykü ve sunuş düzleminde alımlanması, yapıtın algılanmasından çok farklı bir şey. Oysa özellikle tiyatro eleştirisinde çoğu kez algılama ve alımlama birbirine karıştırılıyor. Algılama ilk izlenimin sınırları içinde kalıyor ve alımlama sürecinin ilk aşaması. Algılama yani ilk andaki izlenimlerle başlayan alımlama süreci, okuma, yorumlama (göstergelerin birbirleriyle olan bağlantılarını çıkartma), anlama ve değerlendirmeyle gelişiyor. Eleştirme alımlamanın sona erdiği nokta da, yani alımlama sürecinden sonra başlıyor.
Eğer eleştirmek istediğimiz yapıtı alımlamadan kaçınarak, yapıtın sadece bizde algılama düzeyinde bıraktığı izlenimleri (kimseyle bozuşmamak içinde çoğu kez sadece olumlu izlenimleri) anlatmakla yetinirsek, izlenimci bir eleştiri anlayışının sınırları içinde kalırız. Bizdeki eleştiri anlayışında genellikle izlenimciliğin geçerli olduğunu görüyoruz.
Çok duymuşuzdur kimi eleştirmenin alçakgönüllü bir havaya girerek“Ben akademik eleştiriye karşıyım, içimden geldiği gibi yazarım” ya da “eleştiride nesnellik diye bir şey olamaz, ne hissediyorsam onu dile getiririm” dediğini.
Tabii ki eleştiride nesnellik olamaz, sonuçta eleştiriyi yazan kişinin dünya görüşü, bakışı, yorumu karışacaktır işin içine. Ayrıca yapıtın ilk anda bizde bıraktığı izlenimler de önemli olabilir, dahası sadece izlenim düzleminde kalarak da bazı önemli gözlemler de yapmamız mümkün.
Ama eleştiri yazma her şeyden önce alımlayan ile yapıt arasında bir denge oyunu. Yapıtı tüm boyutlarıyla ne kadar iyi kavrayabilirsek, kendi yorumumuzu da o kadar iyi temellendirebiliriz. Ama yapıtı anlama çabasına katlanmadan, sadece kendi duygularımızı anlatırsak eleştirdiğimiz yapıta haksızlık yapmış olmaz mıyız?
Gündeme getirdiğim bu sorunlara karşın, eleştiri anlayışımızın tarihsel süreç içinde belli bir gelişim gösterdiği söylenebilir. Ellili altmışlı yıllara kadar süren tiyatro eleştirisi anlayışında
daha çok yazarın kişiliği , yaşamı üstünde duruluyor, yazdığı oyunla ilgili bigiler veriliyordu, sonraki yıllarda sahne yorumlarına da değinilmeye başlandı.Radikal, Cumhuriyet gibi belli bir kalite düzeyini yakalayan gazeteler, bir gazete yazısının kısıtlı olanakları içinde zaman zaman nitelikli eleştirilere yer veriyorlar. Öte yandan Tiyatro dergileri başta olmak üzere kimi yazın dergilerinde de tiyatro eleştirilerine de yer veriliyor. Son yıllarda çıkan eleştiri yazılarında akademik eğitimden geçmiş olanların yazılarının düşünsel açıdan daha iyi temellendirebildikleri dikkati çekiyor.
Kültür endüstrisinin eleştiri üzerindeki olumsuz etkileri
Batı toplumlarında köklü bir tiyatro geleneği olduğundan eleştiri de bizdekine oranla daha gelişmiş. Ne var ki son yıllarda medya kültürünün her şeye egemen olmasıyla birlikte orada da ben özellikle Almanya’yı örnek vermek istiyorum, eleştiri anlayışında ciddi bir yozlaşma olduğunu görüyoruz. Medyanın etkisi altında gelişen sabun köpüğü gibi oyunlar sadece algılama düzeyinde kalan bir bakışla göklere çıkartılırken, belli bir kaliteyi tutturan, bu açıdan da izleyiciyi zorlayan oyunlar çoğu kez görmezden geliniyor. Bu sanat ve edebiyat alanında da farklı değil. Çok satar kimi piyasa edebiyatı yazarlarının yapıtları vitrinleri süslerken, gerçekten nitelikli ve değerli olan bir çok kitap gözden kaçırılıyor. Öte yandan bir yazar ya da bir kitap ya da bir oyun bugün göklere çıkartılırken, kısa bir süre sonra belleklerden bütünüyle siliniveriyor.
Önemli bir nokta da günümüz postmodern kültür yaşamında bir şeyi eleştirmenin genellikle otoriter ya da didaktik bir bakış olarak küçümsenmesi. Tüketim toplumlarına özgü olan bu gelişimden de doğal ki en çok kültür endüstrisi payını alıyor. Eleştiri diye bir şey ortadan kalkınca da sadece pazarlama anlayışının ölçütleri geçerli olmaya başlıyor ki, bunu ben çok büyük bir tehlike olarak görüyorum. Çünkü eleştirinin yerini pazarlama ve reklam aldığı anda insanlar güdümlenmeye başlıyor. Sözgelimi Harry Potter dizisinin büyük küçük herkes tarafından satış rekorlarını kırmasını başka türlü nasıl açıklayabiliriz?
Özellikle Almanya’da eleştiri alanında şu sırada öylesine olumsuz bir dönüşüm yaşanıyor ki, bizdeki eleştiri anlayışıyla kıyasladığımda bizdeki durumun hiç de kötü olmadığını söyleyebilirim. Gene de batıda çok köklü bir eleştiri geleneği olduğu için, yaşanan bu yozlaşma sürecinin de geçici olduğunu düşünüyorum.
Eleştirel bakışın yapıtın oluşum sürecine katkısı
Bertolt Brecht edebiyat ve tiyatro eleştirisi bağlamında eleştirel yaklaşımı yapıcılığı ve insancıllığıyla tanımlıyor. “Eleştiri işbirliği ilerleme, yaşama demektir. Eleştirel yaklaşımın eksik olduğu yerde sanat yapıtının tadına varılamaz” diyor.
Brecht’in tanımladığı bu eleştiri anlayışı sanat yapıtının estetik özellikleriyle bir bütün olarak alımlanmasına dayanıyor. Kimi sanatcı yapıtının oluşum sürecinde de güvendiği kimselerin eleştirilerinden yararlanır. Brecht’in kendisi yazılarından okuduğumuz kadarıyla oyunlarının oluşum sürecinde eleştiriye dayanan bir diyaloğa özellikle çok açıktı.
Günümüz Almanya’sından bir örnek verecek olursam, bizim izleyicimizin de çok iyi tanıdığı Theater an der Ruhr’un yönetmeni Roberto Ciulli yeni bir oyun sahnelediğinde oyunun genel provasına küçük bir çevreyi, özellikle de gençleri davet ediyor. Provanın sonunda da oyunun üzerine uzun uzun tartışılıyor. Bu uygulamayı Almanya’da bazı tiyatrolar yapıyorlar.
Genel prova, oyunun son aşamasını oluştursa da Theater an der Ruhr’da doğaçlamaya dayanan açık biçim bir tiyatro anlayışını savunulduğundan, provada gündeme gelen eleştiriler gene de yol açıcı olabiliyor.
Ya da bizden bir örnek verecek olursam, sevgili dostum Genco Erkal Dostlar Tiyatrosu’nda yeni bir oyun sahnelediğinde beni mutlaka birkaç provaya çağırır. Bir oyunun nasıl yavaş yavaş oluştuğunu gözlemleme, eksiklerini, engellerini ve olumlu gizilgücünü görebilme, oluşum süreci içinde oyunun üzerinde tartışma gerçekten çok heyecan verici bir şey. Ancak böylesine verimli bir düşünce alışverişinin olabilmesi için hem karşılıklı güvene ve dostluğa dayanan bir iletişimin olması, hem de sanatcının kendisine, kendi yaratıcılığına yüzde yüz güvenmesi gerekiyor. Bu güvenin eksik olduğu yerde işin içine kaygı ve korkular ya da kıskançlık, rekabet duygusu vb. olumsuz duygular karışacağından verimli bir düşünce alışverişinin gelişmesi mümkün değil.
Ben de yeni bir kitap yazdığımda mutlaka çok güvendiğim birkaç yakınıma okutup görüşlerini ve eleştirilerini alırım. İlk andaki izlenimleri, tepkileri, ileriye yönelik kaygıları her şeyden önemli ve değerlidir benim için.
Eleştiri Eğitimi
Kanımca yüksek öğretimde özellikle sosyal bilim dallarında okuyan herkesin sanat, edebiyat, tiyatro eleştirisine ilişkin somut bilgileri olması gerekiyor. Gençler iyi bir eleştiriyi başarısız eleştiriden ayıran ölçütler nedir, ülkemizde eleştiri nasıl uygulanmakta, başlıca sorunlar nedir gibi sorunlarla hesaplaşabilecek bir birikim elde etmeleri, okudukları bir roman ya da öyküye, gördükleri bir oyun ya da filme koşut olarak çeşitli eleştiri yazılarını okuyup değerlendirebilmeli, dahası kendileri de eleştiri yazabilecek bir düzeye gelebilmelidir. Bizde yüksek öğretimde bu konu üzerinde hiç durulmuyor. Üniversitelerde edebiyat bilimleriyle uğraşan bölümlerde edebiyat kuramları ve yöntemleri çoğunlukla edebiyat eleştirisi adı altında kuramsal düzeyde okutuluyor, doğrudan sanat dünyamıza giren edebiyat ve tiyatro eleştirisiyse görmezden geliniyor. Bunun nedenini eleştirel düşüncenin bize yabancı oluşuna bağlayabiliriz. Kuramsallığın dar sınırlarını aşamayan bir görüşe ya da ansiklopedik bilgi yığmacasına dönüşen bir bilimsellik anlayışı eleştirel düşünceye taban tabana karşıt düşüyor. Oysa bilimsel düşünce her şeyden önce eleştirel düşünceyi öğrenme ve öğretme anlamına geliyor. Eleştirel düşünceyse bir kavram ya da bilgi yığmacası değil, bizi aydınlatan, yönlendiren bir düşünce biçimidir.
Doksanlı yılların başında İstanbul Üniversitesi Dramaturgi ve Tiyatro Eleştiri Bölümü’nü kurduğumda amaçlarımdan biri de eleştirel düşünmenin yerleştirilmesi ve geliştirilmesiydi. Aradan geçen yıllar içinde bu bölümden mezun olanlardan kimi önemli konumlara geldiler, kimi eleştiri de yazıyor. Söz gelimi çocuk tiyatrosunda yeni bir eleştiri anlayışını gene bu bölümden mezun olan Doç.Dr. Nihal Kuyumcu geliştirdi. Ya da Doç.Dr.Fakiye Özsoysal yeni kitabı “Oyunlarda Kadınlar”da feminist eleştiri anlayışının ışığında yerli oyunlarda toplumsal cinsiyet izleğini inceleyen sıra dışı bir kitap yazdı. Bunun gibi bir sürü örnek verebilirim. Bugün Tiyatro Bölümü iki ana bilim dalına ayrılarak Oyun yazarlığı ve Dramaturgi ve Tiyatro kuramları ve Tiyatro Eleştirisi Prof.Dr.Kerem Karaboğa’nın başkanlığında etkinliğini sürdürüyor. Tiyatro Eleştirmenliği Anabilim Dalı’nda da kuram ve uygulamalı çalışmalara ağırlık veriliyor.
Şu bir gerçek ki üniversitelerimizin bütün tiyatro bilim dallarında tiyatro eleştirisi derslerine geniş çapta yer verilmesi kuşkusuz çok yararlı olabilir. Ama az önce de değindiğim gibi bu tür dersler genellikle eleştiri kuramlarıyla kısıtlı kalıyor, oysa ben doğrudan uygulamaya yönelik çalışmalardan söz ediyorum. Görmeyi öğrenme ve geliştirme bağlamında sahne çözümlemeleri yapma, gerek metin, gerek sahneleme düzleminde tiyatro alımlamasına geniş çapta yer verme, eleştiri anlayışının gelişmesi açısından çok önem taşıyor. Akademik alanda tiyatro eleştirisini yeterince önemsenerek birikimli ve donanımlı genç eleştirmenler yetiştirilebilirse, eleştiri anlayışımız da köklü bir değişim olabilir.
TEB ve kuşaklar arası düşünsel alışveriş
Bu bağlamda Tiyatro Eleştirmenler Birliği’nin de önemine değinmek istiyorum. Tiyatro eleştirmenlerinin kendi aralarında örgütlenmiş olmaları tiyatro yaşamımız açısından çok önemli. TEB yıllarca Üstün Akmen’in başkanlığında etkinliğini sürdürdü. Bu dönemde tiyatronun karşılaştığı politik baskılara da karşı çıktı, tepki gösterdi.
Son birkaç yıldır genç kuşağın TEB’E sahip çıkması ve akademik bir eğitimden geçmiş yeni eleştirmenlerin katılmasıyla birlikte yeni projeler ve etkinliklerle daha da canlandı ve gelişti. Çok önemli ve sevindirici bir gelişme de Tiyatro Eleştirmenler Birliğine bağlı olarak yılda dört kez çıkan TEB Oyun dergisinin içindeki eleştiri ve inceleme yazılarıyla günümüz tiyatro yaşamına ışık tutan, bu açıdan da magazin türü dergilerden ayrılan ve çok nitelikli bir dergi olarak yaşamını sürdürmesi.
Kaynakca:
Gülşen Karakadıoğlu ve Filiz Elmas, Eleştirmen Gözüyle Cumhuriyet Dönemi Türk Tiyatrosu Eleştiri Seçkisi, Ankara, Arkadaş yayınları, 2008
Nihal Kuyumcu, Çocuk Tiyatrosu, İstanbul, Mitosboyut 2000
Zehra İpşiroğlu, Alımlama dizisi 1: Alımlama Boyutları ve Çeşitlemeleri Yazın, İstanbul, Papirüs Yayınları, 2000
“””””””””””””””Alımlama dizisi 3: Alımlama Boyutları ve Çeşitlemeleri, Tiyatro, İstanbul, Papirüs Yayınları, 2003
“”””””””””””””Düşünme Korkusu, İstanbul, Papirüs Yayınları, 2002
“”””””””””””””Eleştirinin Eleştirisi, İstanbul, Mitosboyut,
Fakiye Özsoysal, Oyunlarda Kadınlar, İstanbul, E Yayınları 2008
www.dirensanat.com