Malta’ya kadar gidip de, Avrupa’nın en eski tiyatro binalarından, St. Jean Şövalyeleri döneminden kalma Teatru Manoel hiç ziyaret edilmez mi? Ettim ve hayran kaldım!
Sicilya’da başaramadım!
Üç yıl önce, Sicilya’ya giderken, Avrupa’nın en büyük tarihi tiyatrosu, The Godfather filminin çekildiği Massimo Theatre’ı (1857) düşleyerek düşmüştüm yollara. Mafyanın kokusunun sindiği Palermo’da saatlerimiz kısıtlı olduğu için Massimo Theatre’ın görkemli merdivenlerinde sadece fotoğraf çektirmekle yetindim. Tiyatronun içini ancak rehberle gezdiriyorlardı ve maalesef otobüsümüz hareket edeceği için denk gelemedik. Görevliye dil dökmem, ben ta İstanbul’dan geliyorum, tiyatro eleştirmeniyim, hiç olmazsa fuayesini göreyim, yıkmayın hayallerimi demem işe yaramadı. Benim ısrarlı ‘ prego’larım, adamın kararlı No’ larını bastıramadı!
Malta’da başardım!
Geçtiğiniz günlerde Malta’ya giderken, başkent Valletta’daki, Avrupa’nın en eski, ikinci tarihi tiyatro ve opera binası Theatru Manoel ‘i (1732) ziyaret etmek en büyük amacımdı. Oyun izlemeyi de çok isterdim ama program uymadı. Neyse bu kez Malta’da yüzüm gülüyor. Valletta’nın kafelerini, alışveriş caddesini geçtikten sonra ilk yokuştan denize doğru iniyorum – ki burası eski Tiyatro sokağı- beni Teatru Manoel’in boydan boya serilmiş bez afişi karşılıyor. Koşar adım gidiyorum ama o da ne! Tiyatro kapalı! Hayır! Karşıdaki mağazaya soruyorum, meğer, Malta halkı için önemli bir bayrammış. 1964’de bağımsızlığını ilan eden Malta Cumhuriyeti’nde, İngilizler, 31 Mart 1979 tarihine kadar varlıklarını sürdürmüşler. Son vali o tarihte ayrılmış adadan! Neyse bunun yarını da var! Denize inen o daracık sokağa, yüzyıllardır hayat vermiş bu tiyatronun nerdeyse her açıdan fotoğrafını çekiyorum! Çekerken dikkat mi çekiyorum acaba? Bu beyaz arabayı da kim koymuş tam tiyatronun kapısının önüne! Manzaramı bozuyor! Keşke Nikon’umu alsaydım yanıma!
Ertesi sabah, istikamet tabii ki doğruca Teatru Manoel. Tiyatronun ilk meraklı ziyaretçisi benim. Görevli, basın kartıma hürmet edip, biraz da ‘bu saatte bu ne acele der gibi yüzüme bakarak’ kulaklığı uzatıyor. Maltaca, İngilizce, İtalyanca, Fransızca, Almanca ve İspanyolca seçeneklerinden Fransızca’ya ayarlayıp, not defterim elimde başlıyorum müzeyi gezmeyi. Müze deyince; öyle bildiğimiz klasik büyük müzeler gelmesin aklınıza. Mecazi anlamda bir müze; ‘Anılar resmi geçidi’ demek daha doğru. Birbirinin içine geçmiş üç odadan oluşuyor. Tiyatroyu, nerdeyse görevliyle birlikte açtığım için şu anda 285 yıllık bir tiyatro tarihinin içinde tek başınayım ve heyecanlıyım! İlk odada, beni, bir piyano ve tiyatronun yapılışını anlatan krokiler, ilk dönemden kalma siyah beyaz fotoğraflar, ipek üzerine yazılmış oyun programları ve çeşitli belgeler karşılıyor. Ama asıl ilgimi çeken, tahtadan kocaman davul gibi bir alet oluyor! Kulağımdaki ses, onun, tiyatronun ilk yıllarında, perde arkasında kullanılan, kol çevrilerek fırtına ve rüzgar sesi çıkarmaya yarayan alet olduğunu söylüyor! Aklıma hemen, bu sezon İstanbul Devlet Tiyatrosu’nda seyrettiğim ‘Giydirici’ oyunu ve Kral Lear’ in fırtına sahnesi için kullandıkları efekt makinesi geliyor!
İkinci odada, Teatru Manoel’in kurucusu, Malta Şövalyeleri üstadı Antonio Manoel de Vilhena’nın bronz büstü var. Kamu tiyatrosu olarak hizmete giren tiyatroyu kendisi finanse ediyor. Yapımı 10 ayda tamamlanan bina, 19 Ocak 1732 yılında, Scipione Maffei’nin trajedisi ‘ Merope’ ile açılıyor. İlk oyunda ve onu izleyen yıllarda genç şövalyeler rol alıyor. O yıllarda, Napoli, Palermo ve Valletta arasındaki sıkı tiyatro alışverişi, Malta’nın da kendi sanatçılarını yetiştirmesine olanak sağlıyor. Dar ve uzun olan bu bölümün duvarlarını, geçmişten günümüze, yolu Teatru Manoel’in sahnesinden geçmiş oyuncu, yönetmen, müzisyen, orkestra şeflerinin fotoğrafları süslüyor. Bir sonraki odaya geçiyorum. Opera kostümleri çarpıyor hemen gözüme. Bir yanda da, küçük ölçekte dekor maketleri sergileniyor. Kafamı kaldırıyorum ve Kraliçe Elizabeth’le göz göze geliyorum! Tiyatroyu, ziyaret etmiş politikacılar, ünlü şahsiyetler, sanatçılar videodan gösteriliyor. Kraliçe Elizabeth, yüzündeki o hep aynı tanıdık ve donuk gülümsemesiyle Teatru Manoel’in locasından halkı selamlıyor! Uzun yıllar İngiliz sömürgesi olan Malta halkı ona nasıl bir tepki gösterdi acaba diye geçiyor aklımdan. Diğer duvarda, bugüne dek sahnelenmiş operalardan bölümler dönüyor. Bir başka videoda ise bu mekanda perde açmış, sahne almış, tiyatro, opera ve müzik toplulukları tanıtılıyor.
BÜYÜLÜ BİR ATMOSFER
Ve artık sıra tiyatronun içinde. Bir barok şaheserinin orta yerinde buluyorum kendimi. Nefesi tutmak denir ya işte öyle bir duygu yaşıyorum. Çok süslü ama aynı zamanda da çok zarif bir mücevher kutusunun içindeyim sanki! Sahnenin önünde üç kişilik bir televizyon ekibi çekim yapıyor. Arka sıralarda bir koltuğa ilişiyorum büyülenmiş bir şekilde. Dinliyor, not alıyor ve sanki bu güzellikler kaçacakmış gibi etrafıma bakıyorum.
Bakalım neler öğreniyorum:
Valletta’nın göz bebeği, Teatru Manoel’in tarihi ve mimari değeri çok büyük. Barok eserlerinde görülen süsler, duvar işlemeleri, göz kamaştırıcı şaşalı görüntü bu tiyatronun mimarisine de hakim. Ama bu görkemde, ışığın dramatik kullanımında öyle bir zarafet var ki! Altınla kaplı ahşap figürler, geniş tavan freskleri, zengin süslemeler gözümü alıyor. St. Jean Şövalyelerinden beri dimdik ayakta durmuş olması da ayrı bir heyecan veriyor. İşgaller yaşıyor ama opera, tiyatro, dans resitalleri, oda orkestrası konserlerine ara vermiyor. Sahne ve tiyatro, yıllar içinde bir çok restorasyon görüyor. Tavanda bir optik illüzyon yaşanıyor: kilise tavanı gibi, oval gibi görünmekle birlikte aslında düz. İtiraf etmeliyim: kulaklıktan birçok şeyi kaçırmış olabilirim, etrafıma bakınmaktan. 19. Yüzyılın başında yeniden yapılmış, sahne yenilenmiş. 1957- 60 yılları arasında da yeni bir restorasyon görmüş. Tiyatro 600 kişilik. Localar 8 kişi alıyor. Üç kat loca var. Bütün localar 16. Louis stilinde döşenmiş. Hepsinde ayna var. Sahnenin boyu 7, yükseklik 20 derinlik 13 metre. Sahnesinde 35 müzisyen rahatlıkla yer alabiliyor. Gerektiğinde koltukları yerinden çıkarılıp balo salonu halini alabiliyor. Yavaş yavaş ziyaretçiler gelmeye başlıyor. Yeşil kadife perdenin önünde fotoğraf çektiriyorum. Localardan birine oturuyorum. Tek ve biricik kalan Ses-1888 geliyor aklıma. Ona sahip çıkan, bugünlere getiren Ferhan Şensoy’a bir kez daha teşekkür ediyorum. Kulaklık susuyor. Ben bu kez ‘Tiyatro’nun sesini dinliyorum…
Nerdeyse 3 saate yakın buradayım. Toparlanıp çıkıyorum ve tiyatronun hemen yan sokağındaki 1906’dan beri hızmet veren ünlü Rubino Restorana gidiyorum. Öğlende kapalı. Olsun,1837’den beri hizmet veren Caffe Cordina’nın saray bahçesi bölümüne oturuyorum. Valletta, 16. Yüzyılda inşa edilmiş, Unesco Dünya Kültür Mirası listesine girmiş çok güzel tarihi bir şehir. 2018 yılında Avrupa Kültür Başkenti olmaya hazırlanıyor. Osmanlı kuşatmasının geçtiği büyük liman, Vittoriosa kenti ve Malta gemi yapımında kullanılan büyük tersanelerin görüldüğü eşsiz manzarasıyla Üst Barakka Bahçeleri’nde mutlaka soluklanmak ve fotoğraf çekmek gerekiyor. Dünyanın en muhteşem barok kiliselerinden biri olan St. John Manastır ve Katedrali, bu kentin bir başka önemli çekim merkezi. Bu muhteşem katedralde, ünlü İtalyan ressam Caravaggio’nun da iki eseri yer alıyor. Malta Milli Kütüphanesi, Arkeoloji Müzesi ve Sövalyeler Sarayı, gezilesi ve görülesi yerleri. Ama benim için hepsinden değerlisi ve unutulmazı Teatru Manoel oldu…
www.dirensanat.com
Rengin Uz