Tamer Levent: Estetik ve Yaşam

0

Alman filozof Alexander Gottlieb Baumgarten (1714-1762), estetik kavramını “güzel üzerine düşünme ve onun ne olduğunu araştırma sanatı” olarak tanımlar. ‘Sanat’ kavramı Baumgarten’e kadar olan süreçte, Aristo’nun iyi+güzel+doğru ölçümlemesi üzerinden felsefe olarak  tartışılırken; Baumgarten’dan sonra, özellikle Alman felsefesi doğrultusunda, estetik felsefe ile tartışılmaya başlanmıştır.

Tamer Levent

Bu gün insan beyninin yapısı ile  ilgilenen herkesin bilmeye başladığı; sağ beyinin sanat beyni olma özellikleri, eskiden bilinmiyordu. Bu nedenle ‘sanat’ sadece duyular aracılığıyla ortaya çıkan mistik yaklaşımlar ile açıklanan bir kavram olarak anlaşılabiliyordu. Umberto Eco’nun ‘Ortaçağ Estetiğinde Sanat ve Güzellik’ isimli kitabında aktarılan, 12. yy’da yapılan tartışmalar bize dönemi gayet net anlatıyor. Rönesans öncesi tartışmalar, sanat kavramını zanaatların ismi (tiyatro, resim, dans, müzik, edebiyat, mimarlık) olarak ele almıyordu. Yaşama biçimi ve Rönesans’ı hazırlayan ortak anlayış olarak ele alıyordu. Bu yansımalar, Rönesans’tan yaklaşık 100 yıl sonra Baumgarten’in ‘Estetik’ tartışmalarında yeniden değer kazanıyordu.

‘Estetik’ kelimesi Antik Yunan’da “duyu organları ile algılama” anlamına geliyordu. Beş duyu artı, altıncı duyu da denilebilir. Beş duyunun organları, göz, kulak, burun, dokunma ve dil ise; altıncı duyunun da bir organının  olması gerekmez mi? Sanat duyusunun organı!? Bugüne kadar altıncı duyu, organı olmayan bir duyu olarak algılanıyordu! Oysa günümüzde artık onun da bir organı var: ‘Serebellum’da denilen beyincik, beynin sağ lopu ile sol lopunu birleştirme görevini yerine getirirken, aynı zamanda dengeyi de sağlıyor. Dikkat gerektiren işlerde bireyin dikkat ve yaratıcılığını dengeliyor. Özenle ve yaratıcı çalışmasını sağlıyor. Yani ‘altıncı duyu’ dediğimiz duyunun da bir organı var, beş duyunun sentezi. Sağ beyin, sol beyin, beyincik ve korteks bir bütünlük içerisinde bu duyuya hizmet ediyor. Yani ‘sanat duyusu’ her insanın doğasında nesnel bir organ ile birlikte oluşuyor.

Yine 17. yy Alman Filozofu Schelling ise, sanat kavramını “teori ile pratiğin birlikte kullanılması “ olarak tanımlayarak; sanki 300 yıl önce beyinin iki lopunun, beyinciğin bu günkü  koordineli çalışmasını öngörmüş. Yani insan, bilgisi arttıkça, bu bilgiyi yaşamında uygulayabiliyor ve kullanıyorsa, kendi farkındalığını ve kişisel gelişimini gerçekleştiriyorsa, buna ‘sanat’ demek gerekiyor o zaman…

‘Sanat’ kavramı günümüzde ‘süreç’ olarak tanımlanıyor. Bizde ise sadece zanaatlara (tiyatro ve diğerleri) sanat adı takılarak, kafalar karışmış durumda. ‘sanat’ kavramının insan için neden gerekli, neden ihtiyaç olduğu konusunda nesnel, ortak bir anlayış yok. Tiyatro oyununda oynayan bir oyuncu, kendisini sanatçı hissediyorsa bu ona yetiyor. Diğerlerinin neden onu izlemesi gerektiği, kendi mesleğinin kültürünü oluşturmak, bu konuda politika geliştirilmesini istemek onu ilgilendirmiyor. ‘Estetik’ sözcüğü ise, plastik cerrahinin  ya da giyim kuşamdaki dış görünüşün adı olarak kullanılıyor. Bu durumda ‘sanat’ kavramı da ‘estetik’ kavramı da anlaşılmıyor. Üzerine tartışma da yapılmıyor. Gelişmesi hakkında politika da üretilmiyor… Üstelik bizde, dindar ya da dindar olmayan kesimlerin ortak yanı; sanat kavramının ve de bireyin sanat özelliğinin, tanımlanamaz olduğu. Gizemli. O yüzden de “tanımlanmaz yaşanır” diyor hâlâ birileri!..

O zaman özel insanlara, ilahi güç tarafından, veriliyor demektir. Bu da, ”kişilere önemli bir ayrıcalık ve üstünlük  sağlamalıdır”, gibi bir beklenti oluşturabiliyor. Oysa, bu özelliklere doğuştan sahip olup da eğitim alamadığı için onları geliştiremeyen; yaratıcı düşünceleri anlaşılmayan; eğitimi ve kariyeri yoksa çoğunluk tarafından saçma bulunan, yaşamak zorunda bırakıldığı sıradanlık içinde, patlamalar yaşayan, suç işleyen insanlarda  da sanat potansiyeli olduğu düşünülebilir. ”Sanatçı olunmaz sanatçı doğulur” sözü, istatiksel olarak çoğunluklu bir doğru değildir. Çünkü esas olan sürecin doğru hazırlanmasıdır. Doğuştan özellikli olup da bu potansiyeli etkin bir şekilde keşfedilip geliştirilememiş kişiler de, bireyde bunalım ve suç olarak ortaya çıkmasına karşın; eğitim alıp ta ortaya hiç bir şey çıkaramayanlar da olduğu, bilinen bir gerçek değil midir? Bu şartlarda, birilerinin kendilerine “sanatçı” diyerek bunu bir meslek adı gibi kullanmaları, kendilerine toplumda ayrıcalıklı bir yer elde etme kompleksi ile olumsuz bir etki yaratır. İnsanlar “Tanrı’nın özel olarak yarattığı bu insanlar gibi” olamayacaklarını düşünürler. Oysa, ‘harika çocuk’luğun dışında, sanatçı, yaptığı ticari değeri de olan, zanaat ile değil, onu gerçekleştirme süreci ile oluşur. Bu sürec, insanları, değişik zanaatlarda da başarıya ulaştırabilir. Eğer matematiği hatırlatan bir formül dizesi oluşturacak olursak;

(akıl+beyin özellikleri+farkındalık+eğitim olanakları=ürün= empati+rol model+kişisel gelişim=ürün=kültür+ bilgilenme gereksinimi+ iletişim becerileri+problem çözme yetisi=ürün=yaşam kalitesi+insanların başkaları ile benzerliklerini keşfetmesi+ortak akıl oluşması=ürün=işaretlerin ortaklaşması+kendini tanıma+hoşgörü+kendini eleştirme=ürün= yapılacak işe özen göstermek+insana değer vermek+kendine değer vermek=ürün=

insanlık adına yaratıcı keşiflerde bulunmak+barış kavramını oluşturacak gelişmeler önermek+ hümanizmi yeniden anlamlandırmak= vb…)

Burada ‘süreç’ ürünü, ürün de, diyalektik olarak, yeni süreci oluşturuyor… Yeni sürec de yeni ürünü. Buradaki ürün ‘insan’dır. Resim, edebiyat, tiyatro, müzik, mimarlık, dans, sinema, fotoğraf, spor doğrudan sanat becerisi geliştiren ürün ve zanaat konularıdır.  Bunlara başka beceri ve zanaat isimleri de eklenebilir. Yemek pişirmek, siyaset yapmak, cerrahlıklık, doktorluk, yöneticilik sorumluluğu almak, hukuk, öğretmenlik, insan hakları savunuculuğu, bilim adamlığı, iş adamlığı, kendini yönetme kültürü içerisinde başkalarının haklarına saygı duymak, demokrasi kültürü…

Demokrasi, bireyin kendi kendisini yönetme sanatıdır. Ürün ve süreç ilişkisi  formülü, demokrasi kültürü için de aynen geçerlidir. İşte sanat, bu ürün ve süreç ilişkisi ile oluşan ‘süreçlerin’ tümüdür. Bu süreçleri doğru yaşayanlardan beklenen, yaşamın estetik olarak yaşanması taleplerinde bulunmalarıdır. ‘Estetik’ kavramının yanlış anlaşıldığı gibi, plastik cerrahi ya da dış görünüş demek olmadığını, yaşama kalitesinin, bir sistem dahilinde, programlanabilir adı ve felsefesi olduğunu savunmalarıdır.

Çünkü bu süreç içinde yaşayan ve gelişen insan ‘kötü+çirkin+yanlış’ın ne demek olduğunu bilen, ‘iyi+güzel+adil olma’ ölçülerini tutturmayı hedefleyen  insan olacaktır. Bu da, özenle ve itina ile düzenlenen ‘sanat’ sürecinin ürünüdür.

Spor yapmanın, benim çocukluğumda, insan sağlığı açısından önemi, bu gün olduğu gibi, bir kültür olarak anlaşılmıyordu. Spor futbol takımlarının yaptığı işe deniliyordu. Bir de güreşçilerimizin gazetelerden öğrendiğimiz şampiyonlukları. Yüzme havuzu kültürü hiç yoktu. TV olmadığı için olimpiyatlar da izlenemiyordu. 1965 sonrası siyah beyaz televizyon yayına girdiğinde olimpiyatlar rekor düzeyde izlendi. Atletizm önem kazandı. Basketbol entelektüel bir spor olarak değer kazandı. Futbol sahaları toprak ve çamurdan çime dönüştü. Futbolcunun değeri arttı, transferler astronomikleşti. Futbolcular çok güçlendi. Teknikleri eskiye oranla çok gelişti. Atletizm, boks gelişti. Bu süreç içerisinde spor kültürü de gelişti. Spor yapmak, sağlıklı olmanın temel şartlarından biri oldu. Yüzme havuzları açılmaya başladı. Giderek sayıları arttı. Her mahallede halı saha açılmaya başladı. Türkiye kendisini tanıtmak, uluslararası alanda temsil edilmek, başarı kazanmak, olimpiyatlara aday olmak için, yeni stadyumlar, tartan pistler inşa etti. Belediyeler yürüyüş yolları yapmaya başladı. Fitnes kültürü gelişti. Açık alanlara spor aletleri konuldu. Spor eğitimi gelişti, yaygınlaştı, hatta kişisel spor gözetmeni ile spor yapmak moda oldu. Bugün, sağlık için spor kültürü artık yaygınlaştı. Spor 9. sanat dalı oldu. Spor ile ilgili kolaylaştırıcı kanunlar hazırlandı. Engel yaratan sorunlar hukuki olarak çözüldü. Evrensel yasalara uygunluk göstermek ihtiyaç oldu.

Bütün bu gelişmelere rağmen, sanat kültürü hâlâ beklenilen gelişmeyi gösteremedi. Sporda olduğu gibi, bu kültürün oluşmasını sağlayacak kalıcı ve istekli adımlar atılmadı. Sanat kavramı ile, insan sağlığının, yaratıcılığının, yaşamının kalitesi arasındaki ilişki anlaşılmadı. ’Sanat’, tiyatronun (?) kod adı zannedildi. O zaman ‘spor’ da futbolun kod adı mı olmalı? Halbuki her iki kavram da insan yaşamına şekil verecek vizyon oluşturucu, felsefe kavramları…

Bizde, ilk kez 1981 yılında Ahmet Cemal çevirisi ile Payel yayınlarından basılan, George Lucas ın, üç ciltlik ‘Estetik’ kitabının, birinci cildinin en başındaki sayfalarda, ”işini severek, hoby olarak yapmanın” önemli bir estetik değer örneği olduğu anlatılır. Yani estetik bilimi, ‘sanat’ın yaşama biçimi olması gerektiğini anlatır. Ama, Bertold Brecht’in, Baumgarten’dan 200 yıl sonra “estetik kavramını kaldırmak gerekmez mi?” diye sorarken; Baumgarten’dan, hatta Milattan önceki yüzyıllardan itibaren gelişmiş olan, ‘sanat’ kavramının, ‘estetik’ kavramının oluşturduğu içeriği zaten kapsadığını ifade etmek istediğini düşünürüm. Yine Brecht’in “Sanatların en yücesi, yaşama sanatıdır!” sözü, içerik olarak sadece sanat eseri ile sınırlı zannedilen, sanat kültürünün, insan yaşamında eksik anlaşıldığının kanıtı değil mi? Ben, yeni yılda SANATAEVET kapsamında yeni açılımlar ile, yaratıcı çözüm önerileri geliştirilmesi için birliktelikler oluşması umudunu taşıyorum. O zaman, “sanatın yaşama biçimi olması” sözü anlam kazanacaktır. Gündelik siyasetten farklı, kaliteli bir yaşam ve sanat arasındaki ilişki, insanlığın nasıl yaşamak ya da nasıl yaşamamak istediğinin de netleşmesini sağlayacaktır.

SANATAEVET bu anlayış programının ismi olabilir. Estetik biliminin bugüne kadar biriken bilgileri ile, sanatın esas ulaşmak istediği, kültürünün toplum tarafından benimsenmesi onun yaşama biçimi olmasını sağlayacaktır. Toplum bu yaşama biçimini talep etmelidir. İnsan ilişkilerinin yeniden bu anlayışla düzenlenmesi ihtiyaç olmalıdır. Ortak felsefesinin, çağımızın -insan odaklı- felsefesi olması, yaşama biçimi olması yüzyılımızın beklentisi olmalıdır. Böyle bir ortamda, ortak akıl, sanat dürtüsü yaratan mesleklerin de ihtiyaç olduğu hakkında en ufak şüphe duymayacaktır. Sanat profesyonelliğinin  gelişmesi, hukukunun nasıl oluşacağı bu bilinçli ortak kültürün ihtiyacına yanıt verecek çözümler ve örgütlenme modelleri ile geliştirilebilecektir. Unutmayalım, yaşamını sanatsallaştırmış toplumlar kalkınmış toplumlardır. ”Önce ekonomiyi düzeltelim sonra sıra sanata gelir.” önermesi artık eskimiş bir anlayıştır. Sanat kavramının yanlış anlaşılmış olduğunun göstergesidir. Önce yaşamın kalitesine yönelik hedefler koyalım. Hep birlikte sanat ile yaşamı düzenleme kararı alalım. Sonra toplumsal sorumluluk ile hep birlikte onlara ulaşmak için heyecanla çalışalım. Bunu bir ütopya olarak görmeyelim. Çünkü dünyada bunu başarmış pek çok ülke var!

Bir Cevap Yazın

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.