Anne olmayanlar bilirler. “Kaç çocuğunuz var?” diye sorduklarında çocuğunuzun olmadığını söylerseniz insanlar, özellikle de toplumun alt katmanındakiler ciddi bir şok geçirirler. Çocuğunuzun olmaması bir kolunuzun bacağınızın ya da gözünüzün olamaması kadar kötü bir şeydir insanların gözünde. Yaşamımda kaç kez karşılaşmışımdır bu tür tepkilerle. Bunlardan en komiği altmışıma merdiven dayamış olduğum bir dönemde alt katmandan bir kadının bana acıyarak “Allah büyüktür, belki bir gün duaların kabul görür de sana da bir çocuk verir” demesiydi. Anne olmamanın da bilinçli bir seçim olabileceği kimsenin aklına bile gelmez. Çünkü eril görüşe göre bu doğaya aykırıdır. Bir keresinde yine bir kadına isteyerek, bilinçle farklı bir yolda yürüdüğümü onun anlayabileceği bir dille anlatmak istediğimde “Geç bunları bacım” dedi. “Kim inanır ki bu söylediğine?”
Annelik harika bir şey, anne ve anneanne olan arkadaşlarımın çok şanslı olduklarını düşünürüm. Çocukları da çok severim, onlar için kitap bile yazıyorum. Yine de yaşamın akışı beni farklı bir seçime götürdü.
Anne olmak isteyip de olamayan arkadaşlarımın bunun altında ezildiklerini de biliyorum. Ama onlara “Neden bir çocuk evlat edinmiyorsun?” diye sorduğumda genellikle hep aynı boş bakışlarla karşılaşıyorum. Yabancı bir çocuğu evlat edinmek mi bu aynı şey mi? Evet, özellikle de o çocuğu bebekken almış ve kendi çocuğunuz gibi benimseyip sevmişseniz aynı şey. Buna yakından tanık oldum, biliyorum.
Sanırım bizde özellikle kan bağına dayanan anneliğin bu kadar mitleştirilmesinin nedeni ortak bir koşullandırılmaya dayanıyor. Bunun ardında da kadının değerini sadece doğurganlığıyla, özellikle de erkek çocuk doğurmasıyla ölçen ataerkil ideolojiyi görüyoruz. Bu ideolojiye göre kadın toplumda ne kadar başarılı olursa olsun anne olmadığı sürece eksik, yarım bir insandır. Böylece kadın biyolojik özelliklerine indirgenerek sınırlandırılıyor. Muhafazakar geleneksel yapılı ailelerde bu mit özenle korunurken, modern ailelerde de annelik ideolojisi hem çocuk yaparım hem de kariyer söylemiyle etkisini sürdürüyor.
Bu ideoloji benim gibi çeşitli nedenlerle farklı bir yol seçen kadınları, evlenip de çocuk istemeyenleri, hiç evlenmeyenleri, aseksüelleri, lesbiyenleri, ya da çocuk isteyip de başaramayanları, dahası evlat edinenleri bile kolaylıkla ötekileştiriyor. Bu duruşa TV dizilerinde, dahası düşündürücü açılımları olan nitelikli dizilerde bile tanık oluyoruz. Bu açıdan anneliği eril iktidarın ötekisi diye tanımlamak yanlış olmayacak. (T.Atay, Prof.Yakın Ertürk’le Anneler Günü ve Kadınlık üstüne, Cumhuriyet 13.5.2018)
TV dizilerinde anneliğin tek varoluş biçimi olarak gösterilmesi
Çoğu dizide kadın özgürlük arayışında anne rolünün sınırlarının dışına pek çıkamıyor. Kadın ancak bu rolü içselleştirmeye çalıştığı ya da içselleştirmeyi başardığı oranda kendini var etme hakkını kazanıyor. Annelik o kadar önemli ki bunu yaşayamayan kadınlar eksik insanlar olarak gösteriliyor. “Ufak Tefek Cinayetler” deki Oya ya da “İstanbullu Gelin’deki Süreyya’nın anne olamayacaklarını ya da anne olmanın sorunlu olduğunu öğrendiklerine yaşadıkları acılar sonsuzdur.
Ama nedense yabancı bir çocuğun evlat edilmesi dizilerde söz konusu bile olamıyor, olsa da bu olumlu bir şey olarak gösterilmiyor. Sözgelimi “Sıla”da Sıla öz ailesinden alınarak çocuğu olmayan İstanbullu varlıklı bir aileye verilmiştir. Sıla’ya evlat edinen ailesi göz bebeği gibi bakarsa da, Sıla’nın gerçek ailesinin yoksulluğundan yararlanılarak yanlış bir şey yapılmıştır, bunun bedeli de çok kötü bir biçimde ödenecektir. Dünyada bunca acı çeken öksüz, mutsuz çocuk varken neden senaristler evlat edinmeyi bilinçli bir seçim olarak olumlu bir şey olarak göstermezler? Bu konu bu kadar mı tabu bir konudur?
Annelik ve aile kavramı öylesine mitleştiriliyor ki kadının birey olarak hakları ya ikinci plana geçiyor ya da hiç ele alınmıyor. (Karagül, Aliye). En kötüsü de kadının annelik rolüne ömür boyu kilitlenmesi ve anneliğin dışında artık hiçbir yaşayamaz olması, bu anne de çocuklar da iyice yaş almış olsalar bile değişmeyen bir olgu.
İlk kez “İstanbullu Gelin”de dört çocuk annesi Esma karakteriyle bir kadının yaşını almış bile olsa sadece anne rolüne kilitlenemeyeceği, onun aynı zamanda bir kadın, bir insan olduğu iletisi veriliyor bu dizide. Yaşını geçmiş bir çiftin birbirine aşık olması gerçekten de yakın zamana kadar ya tabu bir konuydu, Çağan Irmak’ın “Asmalı Konak” dizisinde konağın sahibi Sümbül annenin flört etmesi bile sevimli ama komik bir şey olarak algılanıyordu. Bu tabu ilk kez bu dizide iyice kırılıyor.
Kürtaj kabusu
İstenmeden gebe kalınma sonucunda kürtaj konusunun mutlak bir biçimde olumsuz gösterilmesi, son çare olarak kürtaja başvuran kadının son dakikada gözyaşları içinde vaz geçmesi ve koşullar nasıl olursa olsun çocuğu doğurmada direnmesi de bu ideolojinin doğal bir uzantısı. (Bir Çocuk Sevdim, Hatırla Sevgili vb.)
“Sıla” dizisinin finalinde silahlı bir saldırıya uğrayan Sıla’nın kötürüm kalmaması için ameliyat geçirmesi gerekir, bu da bir aylık olduğu belirlenen çocuğundan vazgeçmesi anlamına gelecektir. Sıla hayatı boyu kötürüm kalma belki de herkesten çok sevdiği kocasını da terketme pahasına tüm gücüyle kürtaja karşı direnir. “Biri dünyaya gelmek üzereyken sırf kendi hayatım için onu engelleyemem” sözleriyle ameliyatı reddeder. Bir aylık ambiyo ile insan hayatının aynı şeymiş gibi karşılaştırılması, annelik duygusunun insanın kendi hayatını hiçe sayacak kadar ağır basması çok düşündürücüdür. Ne var ki “Sıla” bu kararı aldıktan sonra bir rüya görür ve bu rüyanın etkisiyle bir mucize gerçekleşir, Sıla yürümeye başlar. Sonunda da nur toplu gibi iki kız evlat doğurur.
“İstanbullu Gelin” gibi düşündürücü açılımları çok olan nitelikli sayılabilecek bir dizide bile hemen hemen her kadının yaşamında önemli bir yeri olan kürtaj olmaması gereken, korkunç bir şey olarak gösterilir. Örneğin Süreyya çocuğunun sakat, zeka engelli ya da ölü doğma riskinin yüzde seksen beş olduğunu öğrendiğinde, doktorun kendisine önerdiği gibi kürtaja başvurmayı kesin bir biçimde reddeder. Allah ne verirse kabulümdür gibi bir düşünceyle çocuğu her ne pahasına olursa olsun doğurmaya karar verir. Eşi dahası o güne kadar Süreyya’ya savaş açmış olan kayınvalidesi Esma bile buna büyük bir saygı gösterirler. Süreyya çocuğu doğmadan öldüğünde ise büyük bir depresyona girer.Sakat çocuk doğurma gibi bir riskin doğacak olan çocuk açısından ne anlama geldiğini düşünecek olursak burada izleyiciye dayatılan annelik ideolojisinin ne tehlikeli boyutlar aldığı net olarak ortaya çıkmıyor mu? Bu konuyu facede paylaştığımda çok kimseden, özellikle de bu konuda aşırı duyarlı olan kadınlardan olumlu tepki geldiği gibi “doğaya saygı”, “merhamet”, “aksi halde Hitlervari bir yaklaşım olurdu” gibi gerekçelerle olumsuz tepkiler de geldi. Tepkilerden birinde bir face arkadaşımın görüşü konuya çok net açıklık getiriyordu. Sektörün içinde olan biri olarak kürtaj temasının olumlandığı anda bu işin nasıl kanaldan döneceğini, israr edildiği anda da insanların nasıl kolaylıkla işlerinden olabileceğini, dahası yandaş gazetelerin yandaş kalemşörlerinin suçlamalarıyla karşı karşıya kalan yapımcıların nasıl bir linç kampanyasıyla karşılaşabileceklerini anlatıyordu. Kuşkusuz doğru bir saptama çünkü dizi sektörü diğer sanat alanlarına oranla dış etkenlere çok daha bağlı. Bu açıdan da egemen zihniyetin dışına çıkması hiç de kolay değil.
Zehra İpşiroğlu
sizin bu habire tekrarladığınız toplumun alt katmanlarıi sözü benim dikkatimi o kadar dağıttı ki yazıyı ön yargısız okuyamadım o yüzden üzgünüm oysa konu ilgimi çekmişti zorladım kendimi ama olmadı.