“Bir oyun yazarın elinden çıktığı anda farklı okumalara fırsat tanıyor.”
Lena Leyla ve Diğerleri Sıvas’ta ve İstanbul’da
Batı ülkelerinde bir gelenek vardır, yeni sahnelenen bir oyun tutmuşsa hemen başka kentler ve tiyatrolarda da farklı sahne yorumlarıyla gündeme gelir. Farklı yorumların birbiriyle karşılaştırılması tiyatrocular, eleştirmenler ve tiyatro meraklıları açısından çok heyecan verici bir olgu.
Bunun bir yarışmayla kim iyi sahnelemiş kim sahneleyememiş gibi genellemelerle bir ilgisi yok. Çünkü bir oyun yazarın elinden çıktığı anda farklı okumalara fırsat tanıyor. Her yönetmen, her oyuncu her tiyatro ekibi de oyuna ortak bir yaratıcılık içinde yeni bir boyut getiriyor. Kuramsal tiyatro kitaplarımda, özellikle de dramaturji kitaplarımda (Tiyatroda Alımlama, Dramaturjiden Sahne Yorumuna ve Dramaturji, Tiyatroda Düşünsellik) aynı oyunun farklı sahne yorumlarına çok örnek getirmişimdir. Ama bizde ne yazık ki, böyle bir tartışma ortamı bir türlü yeterince gelişemedi. Aynı oyunun aynı ya da çok kısa aralıklı bir zaman süresinde sahnelenmesine çok az rastlıyoruz. Dahası bir tiyatro bir oyunu sahneleyecekse aynı oyuna ilgi gösteren diğer tiyatrolar sahnelemekten vazgeçiyor. Çünkü olumsuz bir rekabet ortamı ve bu ortamın yarattığı korkular ağır basıyor. Aslında rekabet de tiyatroda düşünselliği ve yaratıcılığı körüklediği oranda tiyatro yaşamına bir canlılık getirebilir ama bu hem belli bir özgüveni hem de ego merkezli bakışın ötesinde bir duruşu koşulluyor.
Bizde bir rastlantı sonucu aynı oyun farklı yorumlarla sahnelense de eleştirmenler yorumları karşılaştıran yazılardan nedense kaçınırlar. Sözgelimi Gogol’un “Bir Delinin Hatıra Defteri”ni Genco Erkal yıllardır değişen ortama ve koşullara göre farklı yorumlarla oynuyor. Erdal Beşikcioğlu’nun “Bir Deli’nin Hatıra Defteri”de son yıllarda büyük bir başarı kazandı. Ama araştırdığımızda tek tek oyunlar üzerine eleştiriler bulsak bile (nitekim ben de Dostlar Tiyatrosu’nun farklı dönemlerdeki sahne yorumları üzerine yazdım) her ikisini de karşılaştıran yazılara pek rastlayamıyoruz.
Yıllardır farklı sahne yorumları üzerinde düşünen ve yazardan bağımsız özgür bir alımlama anlayışını savunan biri olarak kendi oyunum “Lena Leyla ve Diğerleri’nin farklı yorumlarla sahneye gelmesi beni çok heyecanlandırdı. Bu yazımda İstanbul ve Sıvas’taki sahne yorumları ile ilgili izlenimlerine yer vereceğim. Bakırköy Belediye Tiyatrosu bu oyunu Ayla Algan’ın yönetiminde (oyuncu: Cihan Bıkmaz) üç yıldır sergiliyor, oyun büyük bir başarı kazandığı gibi yurt içi ve dışı çeşitli turnelere de katıldı. Aynı oyun Ayşen İnci’nin sahnelemesiyle (Oyuncu: Filiz Demiralp) bu sezon Sıvas Devlet Tiyatrosu’nda açılışını yaptı.
Gerçek bir yaşam öyküsüne dayanan “Lena Leyla ve Diğerleri”nde Ukrayna’dan Türkiye’ye göç eden bir kadının kimlik arayışı anlatılıyor. Ukrayna’da iyi koşullarda yetişmiş, üniversiteyi bitirmiş bir kadın bir adama âşık olup türlü hayallerle Türkiye’ye geldiğinde birden kendini Leyla olarak bir varoşta buluyor. O zamana değin öğrendiği, bildiği her şeyi ama her şeyi unutmak zorunda kalan bu kadının iç çatışması oyunun içeriğini oluşturuyor. Bu iç çatışmayı da Leyla’nın Leyla olarak yaşamasına izin vermeyen Lena (yani geçmişi) değil, hem Leyla’nın hem de Lena’nın içselleştirmiş oldukları erkek egemen sistem oluşturuyor. Bu açıdan da bu oyun sadece Ukraynalı bir kadının göç öyküsü değil özgürlüğü kısıtlanan bütün kadınların öyküsünü anlatıyor.
Ayla Algan’ın yorumunda (İstanbul) Lena şizofreninin eşiğinde dolaşırken, Ayşen İnci’nin yorumunda (Sıvas) daha ilk anda özdeşleşebileceğimiz çok normal, dahası sıradan bir kadın, kısaca o içimizden biri. İlkinde yer yer aşırı dramatik, dışavurumcu ikincisinde ise içe dönük bir yorum söz konusu. Öyle olduğu için de ilk anda delirmenin eşiğinde bir kadını canlandıran Cihan Bıkmaz’la (İstanbul) hemen özdeşleşmek çok zor, sadece bu kadının neden bu hale geldiğini anlayabilmek için yoğun bir düşünsel bir sürecin içine çekiliyoruz, geçmişinden kesitler mozayik taşları gibi birbirini tamamladıkça da yaşadıkları bizlere dokunmaya başlıyor. Fiziksel görünümüyle de Ukraynalı bir kadını andıran Filiz Demiralp ise izleyici ile daha ilk anda bütünleşiyor. Bunda oyunculuğun dışında müziğin de etkisi büyük. Filiz Demiralp Lena/Leyla’nın öyküsünü anlatırken, canlandırırken, içindeki iç çatışmayı sanki kendi iç çatışmasıymış gibi çok doğal sergiliyor. Sahnede sanki oynamıyor var oluyor. Öte yandan geçmişindeki Lena ile şimdiki Leyla birbirleriyle bütünleşiyor. Dramatik olandan kaçan sımsıcak ve doğal bir oyunculuk izleyiciyi iyice sarıp sarmalıyor.
Cihan Bıkmaz’ın oyunculuğunda barkovizyonun da desteği ile her şeye üstten bakan kendini beğenmiş Lena ile çaresizlik ve öfke içindeki Leyla arasındaki ikilem, kişilik bölünmesini çok daha yoğun bir biçimde ortaya çıkıyor. Özdeşleşmeyi engelleyen sahne yorumu da izleyiciden etkin bir duruş bekliyor. Öyle ki izleyicinin büyük bir dikkat yoğunluğuyla oyunu izlemesi gerekiyor. İç patlamaları gösteren inişli çıkışlı bir oyunculuk, öfke, korkular büyük bir gerilim yaratıyor. Oyunun açık sonu da bu yorumda hiç de iç açıcı değil. Lena kimlik bunalımdan kurtulacak mı, bu bunalımın sonucu kapatıldığı akıl hastanesinden çıkmayı başaracak mı belli değil. Oyunda altı çizilen mizahi ögeler, sözgelimi Lena’nın varoş dilini öğrenmesi, kız hepsi senin mi dansı, namaz kılmanın önemini açıklarken söyledikleri vb. bu gerilimi Brecht’in deyişiyle bir tür yabancılaştırma etkisi yaratarak hafifletiyor.
Filiz Demiralp’ın içe dönük oyunculuğu ise doğrudan izleyicilere seslendiği interaktif sahnelerle yer yer kesiliyor. Bu sahnelere oyunu büyük bir dikkatle izleyen izleyicinin de anında tepki vermesi dikkati çekiyor. Oyun umutla bitiyor. İstanbul’daki yorumun iç kapayıcılığına karşın Sıvas’taki Lena’nın sonunda kurtulacağı izlenimi uyanıyor. Oyundaki mizahi ögeler ise belki Sıvas’taki koşulların etkisiyle bir tür otosansürle ikinci plana itiliyor ya da hiç kullanılmıyor. Ancak Lena’nın iç dünyasında odaklaşan bu psikolojik yorum Filiz Demiralp’ın duyarlı oyunculuğuyla öyle bir bütünlük yaratıyor ki oyunda yer alan yabancılaştırma ögelerinin (mizah) kullanılmaması, dahası önemli bir simge olan başörtüsünün altının çizilmemesi yine de yadırgatmıyor.
Her iki sahne yorumunun ve her iki oyuncunun birbirinden çok farklı olmalarına karşın ortak yönleri performanslarının başarılı olması. Her ikisi de izleyiciyi farklı biçimlerde etkiliyor. Bunu izleyicilerin tepkilerinden de görüyoruz. Sıvas’ta bu benim annemin öyküsü ya da eşimin öyküsü ya da benim öyküm diyenlerle karşılaştım. Benzer tepkileri İstanbul’da da alıyorduk. Oyunla bire bir özdeşleşen Ukrayna’daki izleyicinin dışında kimse bu oyunu sadece Ukraynalı bir kadının öyküsü olarak görmedi, kadının üstündeki baskıları ve dayatmaları kendi ülkemizde de yaşanan eril bir zihniyetin göstergeleri olarak alımladı. İstanbul’da oyun sonrasında yapılan söyleşilerde de bu belirgin bir biçimde ortaya çıkıyordu. Özellikle kadın izleyiciler belki de kendilerinden bir şeyler bulduklarından büyük bir ilgi gösteriyorlardı, bunların içinde türbanlı izleyicilerin oyundan çok etkilenmeleri de dikkat çekiyordu.