Yazının başlığındaki diyalog size hangi karakteri çağrıştırıyor diye sorsam, çok az sinemaya giden bir izleyici dahi James Bond diyebilir.
Sinemada bir karakter yaratmak çok önemli bir süreçtir. Filmin başında baş kadın aktris filmin kahramanına siz kimsiniz diye sorduğunda benim adım İlyas Bazna, emrinizdeyim dedirtme gibi gereksiz gönderme yaptırırsanız doğal olarak izleyiciyi de Türk James Bond yaratılıyor beklentisine sokarsınız. Dediğim gibi gereksiz bir gönderme olmuş.
Çünkü zaten filmi izledikçe yönetmenin bir James Bond karakteri peşinde olmadığını görüyorsunuz. İlyas Bazna bir Indiana Jones da değil. Filmin tek ileri aksiyon uygulanacak sahnesinde dahi İlyas Bazna karakteri şans eseri rakibini alt ediyor hissine sahip oluyorsunuz.
Film de bildiğimiz gerçek hikâyenin ötesine geçerek vatansever bir Türk istihbarat örgütü mensubunun büyük bir kurgu ile Türkiye’yi II. Dünya savaşına nasıl sokmadığını anlatılmaya çalışıyor. Bunun içinde zeki, kurnaz ve her zorluğun altından tereyağından kıl çeker gibi sıyrılacak karakter veya ekip kurmanız gerekir. Ya İlyaz Bazna karakteri çok yükseltilmeli ya da bir ekip tarafından desteklenen bir karakter yaratılmalıydı. Bu ikisi de yapılmamış. Filmde sadece sahte evlilik yaptığı ve gereğinden fazla büyük gazino işleten karısını ekip olarak görüyorsunuz. Karısı patron mu, sadece şarkıcı mı oda belli değil. Yani çerçevesi yeterince olgunlaşmamış bir İlyas Bazna karakteri ile karşı karşıya kalıyorsunuz.
Filmin ana hikâyesinde de aynı durum ortaya çıkıyor. Filmin ana hikâyesi ve onu destekleyen unsurlar da yeterince olgunlaşmadan bir o kareden diğer bir kareye hızla geçiyorken filmin hikâyesinden de uzaklaşıyorsunuz.
Film hakkında konuştuğum kişiler bana bazı kostüm ve araçların(mesela silahların, arabaların) o döneme ait olmadığını söylediler. Bence sorun burada hiç değil. Aksine ben bu anlamda tüm yapım ekibinin elinden gelenin üstünde şeyler yaptığını söyleyebilirim. Efendim araçların bazıları 1950 modelmiş. Değerli bir ayrıntı ama filmin asıl sorunun yanında çok ince bir detay.
Filmin başında yönetmen, İlyas Bazna’nın çocukluğuna dair bir başlangıç yapmış onu seyredince Allah’ım bu ne muhteşem bir giriş diyorsunuz. Ama film ilerledikçe beklenti giderek düşüyor. Sahne çekimleri çok özenli; mekân seçimleri ve ışık çok iyi kullanılmış. Ama bu planlar bir kurgu eşliğinde hikâyeyi desteklemiyor ve filmin içinde bir akış yakalamıyorsunuz.
Müzik ve ses konusuna gelince; aklımda bu filme ait inanın bir melodi kalmadı. Hâlbuki bu filme ait ve dillere plesenk olan bir melodi mutlaka olmalıydı. Opera söylemeyi çok seven ve bu yeteneği dolayısıyla birçok avantaj elde eden İlyas Bazna karakterini canlandırırken Erdal Beşikçioğlu sanki bu sahneleri zorla oynuyor. Sanki bu karakter şarkı söylememeli duygusunu bize bilinçli olarak geçirmeye çalışıyor.
Bazı önemli sahneler de ses ve diyaloglar birbirine giriyor. Mesela İngiliz büyükelçi ve yardımcısı arasında ki diyalog da saatin tik taklar’ından ikili arasında geçen diyaloğu anlayamıyorsunuz.
Film iki dramatik kurgu üzerine oturuyor.
Birincisi; Tüm büyük devletler Türk Cumhuriyetini II. Dünya savaşına sokmak istiyor. Ama film size niye girmek istemediğimiz hakkında hiçbir şey söylemiyor. Ya da çok şükür girmedik bak ne iyi oldu konusunda sizin tahminlerinize güveniyor. Savaşa girmek kötü, girmemek iyi işte o kadar.
İkincisi; T4 uygulaması denen tüm engelli Alman vatandaşlarının gaz odalarında yakılmasının trajedisi.
Bu iki hikâye de filmde hak ettikleri şekilde işlenmemiş.
Filmin oyuncu kadrosuna bakınca gözünüz kamaşıyor. Ancak ana karakterin yeterince et kemiğe bürünmediği bir yerde yardımcı rollerin hak ettiği şekilde işleneceğini beklemek zaten yanlış olur.
Filmin çocuk oyuncusu için özel bir şey söylemek istiyorum. August karakteri ile Mehmet Ezel Özgün kendi özel dünyasını beyaz perdeye hakkıyla yansıtarak harika bir oyunculuk sergilemiş. Oyunculuğunu çok beğendiğim Erdal Beşikçioğlu İlyas Bazna rolüyle kendisinden istenileni vermiş. Cornellia Kapp rolüyle Burcu Biricik, İngiliz büyükelçi rolüyle Tamer Levent, Wellington rolüyle Ertan Saban ve Alman Elçilik görevlisi Moysich rolleriyle Murat Garipağaoğlu her sahnelerinde filme çok katkıda bulunmuşlar. Mehmet Ulay, Levent Ülgen, Açelya Özcan, Mehmet Esen ve Altan Erkekli filmi izlenir yapan diğer değerler.
Ancak bu kadar özenilen kadro çalışmasında Milli kahraman İnönü rolü konusunda yeterince özenilmemesinin amacını ben anlamadım.
Edward De Bono ‘’Rekabet üstü’’ kitabında ‘’ Su çorba için gereklidir, ama çorba sudan farklı olmak zorundadır.’’ der…
Hikâye, plan, ses, ışık, mekân, kadro hepsi tamam ama iş çorbaya gelince çorba sudan farklı olmamış.
Eğer Çiçero 2 çekilirse; Yönetmen Serdar Akar, Görüntü Yönetmeni Peter Steuger, Senarist Gürkan Tanyaş ve Sanat Yönetmeni Yavuz Fazlıoğlu’nun montaj masası başında daha iyi kurgu ile daha iyi bir yapıta imza atacaklarına tüm kalbimle inanıyorum.
Merakla da ikinci filmi bekliyor olacağım.
Son olarak yapımcı Mustafa Uslu’yu, İlyas Bazna karakterini tarihin tozlu sayfalarından çıkarıp Türk kamuoyu ile tanıştırmasından dolayı tebrik ederim.
İyi seyirler,
Faruk Saruhan