Bazı dönemlerde yaşamsal dinamikler sanatın o kadar önündedir ki o estetize edilmiş, metaforlarla bezenmiş rafine kurgular yani sanatçının yaşama verdiği tepkilerin ve yanıtların farklı yaratıcı dillere dönüştüğü sanat dediğimiz bu özgün üretim yaşamın/sokağın gerisinde kalabilir. Böyle durumlarda daha dolaysız ve vurucu bir anlatım, gösteren ve gösterilen arasındaki mesafenin neredeyse tamamen kapandığı, temsil yerine daha doğrudan iletilerin seçildiği bir sanat anlayışı, sanatı yaşama yaklaştırarak alımlayanda daha etkili bir farkındalık oluşturabilir. Böyle bir bağ sanata bambaşka bir boyut kattığı gibi yaşama da farklı bir değer katabilir. Özellikle son yüzyılda bazı sanatçıların seçimi başından beri bu yönde olabildiği gibi bazı dönemler de bu tercihi belirlemede başat rol oynayabilirler. Örneğin Gezi sürecinde 13. İstanbul Bienali’nin etkisinin azalması, Gezi’deki yaratıcılığın bienalin kamusal alan seçimini dışlayarak onu yine kapalı mekanlara sıkıştırmasına neden olmuş ve Bienal’i biraz gölgede bırakmıştı. Oysa Gezi olmasa belki de seçimini kamusal alana yönelik olarak tasarlayan Anne Ben Barbar mıyım? Başlıklı bienalle son derece etkili bir sanat deneyimi yaşayabilecektik.
Yaşamdan Tiyatroya Tiyatrodan Yaşama sizin hem kendi üretimlerinizin hem de bu yönde tercih yapan sanatçıların ve üretimlerin peşine düştüğünüz ve bizlerle paylaştığınız gösteri sanatlarını odağına alan bir kitap çalışması. Bu bağlamda, kitabın sadece Toplumsal Cinsiyet ve Şiddet Kültürü bölümüne odaklanan ve buradan farklı yerlere de giden bir düşünce alışverişi yapmak ve size bazı sorular yöneltmek istiyorum.
İstanbul Sözleşmesi’nin bir gecede iptal kararının ardından daha da artan erkek şiddeti ve kadın cinayetlerinin günümüze yeniden damga vurmaya başladığı şu günlerin gölgesinde bir de neredeyse bir yılı aşan pandemi süreci boyunca kadın emeğinin kamusal ve özel alandaki olumsuz dönüşümüne şahitiz. Ancak daha da önemlisi kadının ev içinde/ özel alanda yaşadığı, iyice görünmez olan her türlü baskıya, ayrımcılığa ve şiddete maruz kalmasının kaçınılmazlığı da ortada. Yani eril sistem tüm zamanlardaki gibi çoğu insan etkinliklerinin, yer değiştirmelerin, savaşların vb. siyasal/ toplumsal kararların yanı sıra doğal afetlerin de sarsıcı sonuçlarının bedelini en fazla kadınlara ve çocuklara ödetiyor.
Kitabın bu bölümünde, hem kendi araştırmalarınızın sonucu olan belgesel nitelikli tiyatro oyunlarınızı hem de farklı zaman ve yerlerde izlediğiniz gücünü yaşamdan alan ya da bu anlamda yetersiz kalan tiyatro, opera ve bale yorumlarınızı okuyucuyla paylaşıyorsunuz.
Tiyatroda toplumsal cinsiyet farkındalığı taşıyan oyunların üretim süreçlerinden, oyunculuk anlayışına, mekan seçiminden seyirci alımlamasına kadar uzanan farklı özellikleri var. Bu bağlamda sizin oyunlarınıza dönersek, bir kadın hikayesini kurgularken mutlaka gerçek yaşamlardan yola çıkan bir ön araştırma dönemi ve ardından bu araştırmayı bireysel hikayenin eril dizgeyle bağlarını ve bu dizgenin kurumlarını ifşa eden bir ard alan vurgusuyla yapıyorsunuz. Bu vurguyu ortaya çıkaran bazı yöntemler var ki bunların sizin üretimlerinizde en öne çıkanlarından biri ironi ve taşlama. Ancak bu yöntem diğer yandan da eril sistemin en temel yapı taşı olan ikili karşıtlıklar sistemini yeniden üreten bir işleve sahip, şöyle ki iyi ve kötü, ak ve karalar burada çok net ortaya çıkıyor. Bir yandan ideolojiyi gizleyen gerçekleri ve bağlantıları ortaya çıkarırken dolaylı biçimde ikili karşıtlıkları yöntem olarak kullanmak bir çelişki değil mi? Bu çelişkiyi oyunlarınızda nasıl dengeliyorsunuz ?
Z.İ Tiyatro adaletsizliği tetikleyen mekanizmaları sorgulama iddiasındaysa, çelişkiler, kutuplaşmalar ve çatışma noktaları da ister istemez ortaya çıkacaktır, başka türlü nasıl olabilir ki? Sözgelimi eril sistem sizin de vurguladığınız gibi karşıtlıkları üretiyor, bu nedenle de yazdığım kadın oyunlarında ister mizah kullanayım ister kullanmayayım, eril sistemin çözülmesini ve karşıtlıkların ortadan kalkmasını amaçlıyorum, en azından böyle bir hayalim var. Ama karşıtlığı yaratan kim, kendi gibi düşünmeyenleri ötekileştirerek toplumda kutuplaşma yaratan bir sistem mi, yoksa bu sisteme karşı duran bir tiyatro anlayışı mı? Şu bir gerçek ki baskın olan kendi gibi düşünmeyenleri eziyor, yok ediyor. Amacı herkesin bir örnek olması ve kimsenin hiçbir şeye karşı çıkmaması. Öte yandan postmodernizmin de etkisiyle yükselen bir liberal zihniyet var ki, bu zihniyet de herkes kendi açısından haklıdır gibi bir göreceliği savunuyor. Sözgelimi Memleketimden Kadın Manzaraları adlı kara mizah belgesel oyunumda polisiyle, namus bekçileriyle, muhafazakar yaşam koçu gibi din sömürücüleriyle kadını ezen mekanizmaları göstermeye çalışıyorum. Bu oyunun Almancası çıktığında yoğun ilgiye rağmen, bizler gibi düşünmeyenleri, yani başka grupların taşlama aracılığıyla eleştirilmesi sorun yaratmıştı. Ama herkes kendi açısından haklıysa haksızlığın önüne nasıl geçeceğiz, sistemi nasıl eleştireceğiz? Yani böyle bir görüşü savunduğumuz anda var olan kutuplaşmayı büsbütün körüklemiş olmuyor muyuz?
Tiyatro dışından küçük bir örnek: Bedenini satarak geçinen kadınları ötekileştirmemek adına onlara seks işçileri dediğimizde, onları köleleştiren ve ezen bir sistemi de onaylamış oluyoruz. Bir şeylerin değişmesini istiyorsak sorunları dile getirmekten kaçmamamız gerekiyor. Aslında sanatın özünde bizlere dokunan, belki kafamızdaki ezberi bozan, önyargıları kıran bir şeyler her zaman yok mudur? Tiyatroda bunu bir sanatçı duyumbirliğiyle (Einfühlung) ya da yabancılaştırmayla, taşlama vb. gülmece ögelerini kullanarak yapabilir.Ben yabancılaşma ve mizahı en son Hayal Satıcısı oyunumda olmak üzere bir çok oyunumda kullandım.
-
S. Tiyatronun sokakla bağını kuran taşlama, hiciv ve güldürü halk tiyatrosunun da önemli ögeleri olarak yüzyıllardır her kültürde öne çıkmıştır ve sokağın sesi olarak önemli roller oynamıştır. Var olan iktidarları, kurumları ya da iktidar sahiplerini doğrudan hedef alan bu türler dışında söz ettiğiniz yabancılaştırma yöntemi de 20.yy içinde daha ideolojik ve politik bağlamıyla ortaya çıkan bir yöntem ki dünya tiyatro tarihinde bir kırılma ya da dönüm noktası kabul ediliyor. Siz oyunlarınızda yabancılaştırma etkisini toplumsal cinsiyet bağlamında nasıl kullanıyorsunuz?
Z.İ: Yabancılaştırma etkisi Bertolt Brecht’in buluşuydu. Doğal kabul ettiğimiz, sorgulamayı aklımızın ucundan bile geçirmediğimiz bir şey öyle bir ele alınıyor ki birden doğal olanın hiç de doğal olmadığını fark ediyoruz, yani gözümüz açılıyor, bakışımız değişiyor. Sözgelimi ataerkil sistem doğaldır, bu sistemin ne kadar içindeyseniz, onu o kadar göremezsiniz, bu açıdan da dokunulmazlığı vardır. Ama mizah aracılığıyla yabancılaştırarak mesafe aldığınız oranda doğal olan doğallığını yitirir, başka bir deyişle gerçeğin üstündeki perde kalkar. Yabancılaştırmaya çok basit bir örnek: Türkçedeki Kahraman, Savaş, Mert, Gül, Yasemin, Lale gibi erkek ve kadın adlarına yabancı bir gözle baktığımızda eril toplumdaki erkek ve kadın rolleri net bir biçimde ortaya çıkıyor. Başka bir örnek vereyim. Feminist kuram tecavüz kültürü, toksik erkeklik gibi yabancılaştırma yaratan yeni kavramlar da üretti. Sözgelimi Tecavüz kültürü bizde olumlu çağırışımlar uyandıran kültür kavramından yola çıkarak tecavüzü aklayan, böylelikle tecavüzcüyü haklı çıkartan, kurbanı ise suçlayan bir zihniyeti gündeme getiriyor. Olumlu ya da nötr ve olumsuz iki kavramın bir araya gelmesi bizleri yadırgatıyor, işte Brecht’in tanımladığı yabancılaştırma etkisi de bu. Ya da geçenlerde eko feminist Vandana Shiva’nın aile içi şiddetin ve cinayetlerin yoğun olduğu bir ortamın altını çizmek için nikah kıymayı erkeğe cinayet izin belgesi verilmesi olarak açıklaması dikkatimi çekmişti. Böylelikle kadınla erkek arasında nikah kıyıldığı anda artık kendini sadece evlendiği erkeğin malı olarak gören kadının öldürülmeyi de apaçık göze almış olduğu vurgulanmış oluyordu. Yabancılaştıran bakış sorunlara alışkanlıklarımızdan sıyrılarak bambaşka bir gözle bakmamızı sağlıyor.
Yabancılaştırmayı tiyatroda kullanabilmemiz sorgulama ve eleştiri yetimizin çok gelişmiş olmasına bağlı. Ben de konuya toplumsal cinsiyet açısından bakarak gündelik yaşamdan toplumsal mekanizmalara kadar kadını çıkışsızlığa iten her şeyi ama her şeyi sorgulamaya çalışıyorum. Bu süreçte mizahın humor, alaylama, taşlama, kara mizah, grotesk gibi farklı renkleri ve boyutları ortaya çıkıyor. Böylece ataerkilliğin bizleri hapseden baskın mekanizmaları kırılmaya başlıyor. Sözgelimi Memleketimden Kadın Manzaraları’ndaki mizah birbirleriyle çatışan çeşitli davranış ve söylemlerle gündeme geliyor. Özellikle dil güldürüsü, dilin bir baskı aracına dönüştürülmesi, kavramların içeriğinin boşaltılması, çarpıtılması, değiştirilmesi, anlamlarının tersine çevrilmesi manipülasyon, demagoji gibi ögeler kendi içinde kara mizahı barındırıyor. Kimi kez kişilerin davranış biçimleriyle yaşadıkları arasındaki karşıtlık da buruk bir mizaha yol açabiliyor. Kocası tarafından öldürülmekten kıl payı kurtulan Kader’in kocası kendisini bağışladığı için yaşadığı büyük mutluluk gibi.
-
S. Evet, gördüğüm kadarıyla açıklamalarınız kadın mücadelesi alanındaki yeni stratejileri de destekler nitelikte. Şöyle ki 80’li yıllardan itibaren toplumsal cinsiyet odaklı çalışmaların ve etkinliklerin iki farklı düzlemde ilerlediğini düşünürsek, kültürel alan oldukça derinleşmiş ve akademi de bu alana sıkışıp sokakla bağını kısmen kopartmış durumda. Oysa kadın çalışmalarının kültürel ya da kuramsal çerçeveden çok politik alana kaymasının kaçınılmazlığını özellikle ülkemizde sokak bize bariz biçimde gösteriyor. Tabii sokaktan beslenen akademik çalışmalar da değerli. Bu anlamda sizin seçimiz de sokağa yaklaşan, politik olarak tabanın dinamiklerine ses olan bir çizgide gelişiyor. Yani bir seçim yapmanız gerektiğinde akademik geçmişinize karşın yazar olarak daha politik bir tercihiniz olduğunu görüyoruz. Kullandığınız yöntemler de bu seçiminizle çelişmiyor değil mi?
Z.İ.Aslında akademik çalışmalarla yaratıcı çalışmaların birbirini desteklemesi gerekiyor. Öte yandan tıpkı yaratıcı çalışmalar gibi akademik çalışmalar da kökenlerini yaşamda bulmalı, yani kendini soyut bir bilimselliğin içinde hapsetmemeli. Ben kendimi giderek yaşamdan, sokaktan koparan akademik çalışmalardan çok dünyada olup biteni izleyerek geliştirmeye çalışıyorum. Sözgelimi İran, Tunus gibi bazı İslam ülkelerinin dışında Güney Amerika ülkelerinde, Arjantin’de, Brezilya’da kadın hareketi nasıl gelişiyor, kadına karşı şiddetle yoksulluk arasında nasıl bir bağlantı var bu vb. sorunlar ilgimi çekiyor. Geçenlerde Kanada’da ki Kızılderililerle ilgili, günlerce etkisinden kurtulamadığım Aşağılanma ve Devşirme belgeselini izlemiştim. Kanada gibi çok gelişmiş ve liberal bir ülkede özellikle hala Kızılderili kız çocuklarına ve kadınlara yapılanlar, kadınların güvenlik görevlileri tarafından da tecavüze uğramaları, kaçırılmaları, öldürülmeleri, faillerin hiçbir zaman bulunamaması şok edici gerçekleri sergiliyordu. Tabii bu konuda kurmaca edebiyat da besleyici oluyor. Kadın ve şiddet konusunda en son Brezilyalı yazar Patricia Melo’nun Üstüste Yığılmış Kadınlar adlı kadın cinayetlerini ele alan çok çarpıcı bir romanı var. Melo bu romanı yazmak için Brezilya’da cinayete kurban giden kadınlarla ilgili çok uzun bir araştırma yapmış. Benim çalışmalarımın da uzun bir ön araştırma süreci var. Kadınlarla birebir röportaj yaparak malzeme topluyorum. Yani yazdıklarım gerçek yaşam öykülerine dayanıyor ama tabii bunları kurgularken kurmacadan da geniş çapta yararlanıyorum.
T.S. Evet bu çalışmalarınız akademide olduğunuz süre içinde öğrencilerinizi de katarak sürdürdüğünüz dönemler oldu. Kadın mücadelesindeki yeni stratejilerden bir diğeri de sadece kadın odaklı değil, daha karma çalışmalar yapmak, daha geniş koalisyonlarla işbirlikleri içinde olmak sanırım. Son sıralarda çalışmalarınıza erkekleri de katarak bu stratejiyi yazarlığınızın merkezine koydunuz ve farklı gruptaki erkeklerle temas halinde yeni söyleşiler ve bunlardan çıkan tiyatro oyunları üretmeye başladınız. Bu süreçten de söz edebilir misiniz?
Z.İ. Erkeklik Hapishanesi adlı tiyatro projem bağlamında bir süredir erkeklerle de röportaj yapıyorum ama bu kolay olmuyor. Çünkü erkekler hep başarı öyküleri anlatmak istiyorlar. Oysa beni ilgilendiren çatışmalar: iç ve dış çatışmalar, düğümler, bunları görebilmeliyiz ki nasıl çözebileceğimizi keşfedelim. Sonuçta ataerkilliğin dayattığı bir erkeklik anlayışı var, bunun ne olduğunu sorunun temellerine inerek indirgeyebilirsek farklı bir erkeklik anlayışı olabilir mi sorusunun da izini sürebiliriz. Ama anlamamakta direnirsek kısır döngüden kurtulamayız. Kadınlar mağdur durumda olduklarından bu tür sorunları genellikle daha kolay görebiliyorlar; ama ataerkilliği içselleştirdikleri oranda onlar da bir tür körleşme yaşayabiliyorlar. Öte yandan sayıları az da olsa kadın sorunlarına çok duyarlı empati duygusu yüksek erkekler de var. Sorunlara toplumsal cinsiyet açısından baktığımızda görmezden geldiğimiz, tabulaştırdığımız, dile getirmeye bile cesaret edemediğimiz çok şey bir bir ortaya çıkmaya başlıyor. Gündelik yaşamdan meslek yaşamımıza, okuduğumuz kitaplardan, izlediğimiz oyun ve filmlerden milyonlara seslenen TV dizilerine değin her yerde, her dönemde, her alanda bu konuya duyarlı farklı bir bakış gelişiyor. Bunun sadece kadınlar için değil erkekler için de özgürleştirici bir yanı var.
T.S. Tabii sadece kadınlar ve erkekler değil LGBTİ+ bireylerin de mağduriyetlerine ve yaşam haklarına duyarlı olmak, tüm bağlamlarıyla cinsiyet körü olmamak gerekiyor ki Haneye Tecavüz Oyununuzdaki Yıldız bir trans birey olarak diğer kadınlar arasında yerini alıyor.
Ben buradan iletişim alanını daha da genişletmeye çalıştığınız sosyal medyadaki paylaşımlarınıza ve katılımcıları davet ederek açtığınız yeni tartışmalara da ( özellikle diziler üzerine) gelmek istiyorum. Bu yolla sokağın sesini daha fazla duymaya çalışıyorsunuz. Nasıl sesler geliyor sosyal medyadan? Kadınlar ve erkeklerin tepkileri farklı mı? Aydın kesim erkeklerle, farklı sosyo-kültürel gruplardan iletişim kurduğunuz erkekler arasında toplumsal cinsiyet ve erkeklik konusuna bakıştaki farklar ve tepkiler nasıl?
Z.İ. Bir süre önce TV Dizi Pusulası, Dizi Eleştirisinin Temelleri kitabım yayınlanmıştı. Bu araştırmamda da dizilerde kadınlara dayatılan roller ve kadınların konumu üzerine uzun uzadıya duruyorum.Tabii insanlar dizileri kafa boşaltmak için izledikleri için eleştirel yaklaşım pek işlerine gelmiyor. Bu açıdan da bu kitap okuyucusunu gerçekten buldu mu bilemiyorum. Ama bu kitabı yazdıktan sonra belki işe yarar umuduyla sosyal medyada da etkin olmaya başladım. Geçenlerde de Sadakatsiz dizisi üstüne sosyal medyada sizin de katıldığınız bir tartışma başlatmıştım. Amacım diziyi toplumsal cinsiyet açısından sorgulayarak kadının ötekileştirildiği bir yaklaşıma eleştirel bir bakış getirmekti. Bu tür konuları masaya yatırdığınızda erkekler genellikle “Neden ayrımcılık yapıyorsunuz?”, “Neden erkekleri ötekileştiriyorsunuz?” diye soruyorlar. Sanki ötekileştirmeyi yapan bizlermişiz gibi. Bence bu tür sorular onların var olan sistemden hiç de rahatsız olmadığını gündeme getiriyor. Çok sevdiğim bir erkek arkadaşım da hemen sistemin savunuculuğunu yapmaya başladı ‘’Herkesin senin gibi düşünmesini bekleyemezsin (böyle bir beklentim mi var?) ; toplumsal cinsiyet konusunda ilk çalışan değilsin, yani Amerika’yı sen keşfetmedin (böyle bir şeyi düşünmem için deli olmam gerek); bu bir savaş değil (savaş olduğunu da hiçbir zaman düşünmedim, acaba bunu nerden çıkarıyor?) , birlikte güzel güzel geçinmek varken neden böyle şeyler yapıyorsun? Bu tür sorunlardan daha önemli sorunlar var hayatta? ‘’Çevre sorunlarından ekonomik ve politik sorunlara değin tam bir sorunlar yumağının içinde olduğumuz doğru. Ama bunların hiç biri diğerinden öncelikli değil, başka bir deyişle hepsi birbirine bağlı. Toplumsal cinsiyet konusunu da bütün bu sorunlardan ayırmamız mümkün olabilir mi? Kısaca arkadaşım bu konuyu bulandırmak için bir sürü şey yazmış sosyal medyada. Ama yaklaşımının naif olduğuna eminim, bilinçli bir karşı koyuş söz konusu değil ; sosyalleşme süresince içselleştirdiğimiz duygu ve düşünce modelleri beynimize öylesine yerleşiyor ki, bunları sonradan değiştirmemiz hiç de kolay olmuyor, bütün sorun bu. Empati duygusu çok yüksek çok duyarlı erkeklerde bile görüyoruz bunu. Büyük olasılıkla mahalle baskısı da rol oynuyordur. Bu nedenle şaşırmadım. Çünkü birçok kimse açıkça dile getirmese de böyle düşünüyordur, eminim. Sanat, tiyatro kutuplaşmayı ve ötekileştirmeyi yeniden ve yeniden üreten bu tür bir zihniyeti sorguluyor mu, yoksa tam tersine destekliyor mu, bence temel sorun bu. Sorguluyorsa, tabii nasıl sorguladığı da önem kazanıyor. İşte tiyatronun gücü de bence bu nasılın yanıtında yatıyor. Sahnede izlediğimiz dünyanın bize bir şekilde dokunması gerekiyor.
T.S. Buradan sizin yazar olarak da yetinmeyip son sıralarda pandemi süreci içinde şimdilik bir alternatif, daha sonra da belki farklı bir tür olarak gelişecek olan digi tiyatro alanına ilgi duyma süreciniz ve bunu daha da ileriye taşıyarak yazdığınız oyunların yönetmenliğini de üstlenme kararınıza gelmek istiyorum. Kadın çalışmalarının doğasında bilinç yükseltme dediğimiz, kadınların ikincil konumunu, üzerlerindeki baskıları ya da kadınlıklarını nasıl yaşadıklarını birbirleriyle paylaşarak yeni farkındalıklar kazandıkları ve yalnız olmadıklarını duyumsadıkları kolektif, çok özel süreçler var ki aslında feminist kuramların çoğu daha sonra bu çalışmalardan beslenerek ortaya çıkıyor. Batıda bazı kadın oyunları ya da feminist tiyatrolar da benzer biçimde çalışma süreçlerinden başlayarak bildiğimiz işleyişten farklı ilerliyor. Öncelikle çalışmalarda hiyerarşik yapılar kırılmaya çalışılıyor, yönetmenin etkisi azalıyor ya da bazen yönetmen bile olmuyor. Hem oyuncular ya da varsa kolaylaştırıcı diyelim, önce kendi feminist fikirlerini, kendi kadınlık deneyimlerini nasıl yaşadığını provalarda bir kez daha fark ederek yani kendinden yola çıkarak rolü ele alıyor, hatta bazı gruplar doğrudan kendi hayatlarını anlatan oyunlar ortaya çıkarıyor. Sizin yönetmenlik süreciniz nasıl gelişti?
Z.İ. Sizin dile getirdiğiniz bu deneyimi bizler gerçekten bire bir yaşadık. Pandemide eve kapanınca eksikliliğini duyduğum düşünsel ve duygusal iletişim biçimlerini farklı bir biçimde sürdürmek ihtiyacını hissettim. Anlatılamayan Öyküler projesi, sonra da bu projede temelini bulan şimdi de Ankara Aralık Tiyatrosu’nda sahnelediğimiz Yüzleşme oyunum böyle oluştu. Anlatılamayan Öyküler’de şiddeti farklı biçimlerde yaşamış ve geride bırakmış olan farklı sosyal katmanlardan gelen yedi kadının iç içe geçen öyküsü anlatılıyor. Önce okuma provalarıyla süren sonra film çekimleriyle devam eden aylarca süren çok heyecan verici ve verimli bir çalışmaydı bu. Öncelikle bütün çalışmaların zoom üzerinden yürümesi hepimiz için büyük bir deneyim oldu. Şunu fark ettik ki, sosyal mesafeye rağmen insanlar arasında yakınlık kurulabiliyor, üstelik de birbirini hiç tanımayan ya da çok az tanıyan insanlar arasında. Tabii kadın olmanın getirdiği ortak deneyimlerimiz de aramızdaki iletişimi büyük oranda kolaylaştırmıştı.
Ankara’da şu günlerde belgeselci Deniz Şengenç ve tiyatrocu Onur Gazdağ ile birlikte sahnelediğimiz Yüzleşme oyunuma gelince, bu proje başladığında bir tiyatrocu erkek arkadaşımın ilk söylediği, bir oyunun mutlaka tek bir yönetmenin olması gerektiğiydi, ikincisiyse zoomdan bu işin kesinlikle başarılamayacağıydı. Haksız da değildi çünkü ekibimizi kurmamız kolay olmadı. Öte yandan okuma provalarını bitirip de sahneye geçtikten sonra benim uzaktan zoomla çalışmalara devam etmem de hepimizi zorladı. Ama sonunda ortak projemize inanan ve bu yolda yürüyen harika bir ekip oluştu. Yüzleşme’de içselleştirilmiş ataerkillik sorunu farklı kuşaklarda farklı biçimlerde gündeme geliyor. Ama kadınlar dayanışma içinde bu sorunları aşabiliyorlar.
Her iki oyun süresince de yaşadıklarımız sizin de dile getirdiğiniz gibi tek yönetmende odaklaşan hiyerarşik modelin kırıldığını gösteriyor. Kimbilir belki de kolektif yaratıcılığı kadınlar daha güzel kurabiliyorlar, birbirleriyle daha kolay ve rahat dayanışmaya girebiliyorlar. Öte yandan Yüzleşme’deki yönetici kadromuzdaki erkek arkadaşımız Onur’la da verimli bir birlikteliği yakalayabilmemiz güzel bir şanstı, çünkü o da bu konuda çok duyarlı olan ender erkeklerden. Gerçekten de pandemi ile birlikte yepyeni deneyimler yaşadık. Bir kez böyle olumlu bir deneyimi yaşadıktan sonra pandemi sonrasında da bu tür çalışmaların sürebileceğini düşünüyorum.
T.S. Oyunculuktaki farkındalık tabii ki role olan mesafeyi de değiştirerek yukarıda söz ettiğim temsilin, gösterenle gösterilen mesafesinin azaldığı, sahiciliğin arttığı ve sahnedeki oyuncunun da hem provalarda hem de sahnede bambaşka farkındalıklar geliştirdiği, kendi feminist ya da toplumsal cinsiyet farkındalığını billurlaştırdığı bir sürece dönüşüyor. Tabii rol oynama kavramı da böylece değişiyor. Son olarak seyirciyle karşılaşmada ise seyircinin de aynı süreci yaşayabileceği bir alımlama süreci başlıyor. Bu nedenle oyun sonrası mutlaka seyirciyle daha yakın bir iletişim söz konusu oluyor ve seyircinin oyuna katkısına, geri bildirimine yönelik paylaşımlar yapılıyor. Henüz oyunlar seyirciyle buluşmadı ama oyuncularla olan iletişimde yönetmen olarak son digital oyununuzda bu sürece benzer bir şeyler yaşadınız mı? Oyuncularla uzaklığı aşmak için nasıl bir duygu ve düşünce birliği yarattınız? Süreçte sizin ve oyuncuların kadınlık, toplumsal cinsiyet farkındalığı ya da feminist bakış açısı baplamında bir dönüşümü söz konusu oldu mu?
Z.İ.Digi tiyatro projemizin yapımcılığını ve benimle birlikte yöneticiliğini üstlenen Mareliber şirketinin yöneticisi Deniz Şengenç’le birlikte yürümeye başladıktan sonra oyuncuların da katılımıyla çok verimli bir birliktelik yakaladık gerçekten. Kadın oyuncuların benzer ya da yakın deneyimler yaşamış ya da gözlemlemiş olmalarının bunda payı vardı. Bu açıdan tam bir kadın dayanışmasından söz edilebilir. Oyunculukta sizin de vurguladığınız gibi sahicilik ve özgünlük önemliydi. Bu da oyunculardan kendi kişilikleriyle canlandırdıkları karakterlerin harmanlandığı bir duruşu koşulluyordu. Bu noktada yönetmenin fazla müdahaleci olmaması oyuncuya da ihtiyacı olduğu kadar eşlik etmesi gerekiyor. Kimi oyuncu rolüne uzun süre direndi, bunun da farklı nedenleri vardı, ama bana göre en ilginci canlandırdığı rol ile kendi yaşamı arasında benzerliklerin olduğunu keşfetmesi ama bunu kabul etmek istememesiydi. Bu süreçte psiko terapiye gidenler de oldu. Böylece canlandırdığı rol oyuncuya kendisini de keşfetmesini sağladı. Kimi oyuncu benim düşündüğümden çok daha farklı bir rol çıkardı; kimi oyuncu haftalarca çalıştıktan sonra yavaş yavaş rolünü keşfetti; kimi oyuncu ise rolü birkaç provada çok çabuk çıkardı. Yani provalar süresince herkesin deneyimi farklı oldu. Uzun süre tek tek çalıştıktan sonra grup çalışmalarına da başladık. Birbirlerinin rollerini izleme ve üzerinde tartışma yeni bir dinamizmin oluşmasına yol açtı. Şimdi biliyorsunuz her şey görünürlük kazandı, insanlar instagramda, you tubeda kendi öykülerini anlatıyorlar. Ama bunların içinde en kaliteli programlarda bile bir yapaylık seziliyor. Öte yandan anlatılan öyküler her zaman çok yüzeysel kalıyor. Bu projede ise tam tersi söz konusu. Tiyatro oyuncuları sahiciliği ve özgünlüğü yakalamaya çalışıyorlar. Metin de kadını kıstıran engelleri ortaya çıkaran öykülerden oluştuğu için hem öykü hem de sunum düzleminde büyük bir yenilik getirdiğimizi rahatlıkla söyleyebilirim. Şimdi çekimler de tamamlandıktan sonra yaklaşık yirmi dakika süren her öykünün sergi formatında sunulmasını ya da film festivallerinde gösterilmesini amaçlıyoruz. Kanalları da düşündük ama sanırım bu konuyu bu şekilde deşmemiz çok kimsenin işine gelmiyor. Kadın, dizilerde olduğu gibi kurban olarak gösterilirse sorun tabii ki yok, hele onu kurtaran kahraman erkekler varsa ilgi daha da artacaktır. Ama kadını kuşatan toplumsal ve politik mekanizmaları göstermek gibi bir iddianız varsa tehlikeli sularda yüzüyorsunuz demektir. Yüzleşme oyunumuzu çok kapsamlı bir proje gibi tasarlıyoruz. Oyunun oluşum süreci, birlikte çalışmamız, tartışmalarımız hepsini filme çekiyoruz. Oyun sahnelendiğinde daha fuayede izleyiciler oyunun oluşumundan sahneler izleyecekler. Oyun sonrasında söyleşiler olacak, bu söyleşiler de yine filme çekilecek. Tiyatro, film ve izleyiciler bir bütünü oluşturacaklar. Belki izleyicilerin de kendi öykülerini anlatmak cesaretini bulacakları bir forum oluşturulacak. Sokağın sahneye taşındığı Rimini Protokol’u bilirsiniz. Biz de toplumsal cinsiyet alanında kurmacayla belgeselin, oyuncuyla izleyicinin, tiyatroyla sokağın kaynaştiği ve bütünleştiği bir alan yaratmak istiyoruz: Womeni Prokol . İstanbul Sözleşmesinin iptaliyle birlikte kadınlara tam bir darbe vurulduğu kapkaranlık bir dönemdeyiz, yine de sanatın, tiyatronun bu alanda yapabileceği çok şey olduğunu düşünüyorum.
T.S. Bu dönemde kadın hareketi her alanda güçlü bir muhalefeti sahiplenen önemli bir konumda. Sanat da kendi çapında hem kadın hareketine hem de iktidar mekanizmalarının yarattığı her tür baskıya ve yanlış politikalara karşı durmak ve muhalefeti güçlendirmek üzere sokakla bağını koparmamalı. Özellikle bu anlamda tiyatronun gücü yüzyıllardır tartışılmayacak boyutlarda. Umarım ülkemizde bu alana çok daha fazla kadın sanatçı ve eril zihniyet karşıtı yaratıcı katılarak, üretimleriyle hareketi daha da ileriye taşırlar.
DİREN SANAT YOUTUBE KANALIMIZDA DİĞER SÖYLEŞİLERİMİZİ İZLEYEBİLİRSİNİZ. ABONE OLARAK ETKİNLİKLERİMİZDEN HABERDAR OLABİLİRSİNİZ.
nbsp;